Pazar, Kasım 29, 2009

Yıldız Tozu

Moviemax’te birkaç seferdir bana göz kırpan Stardust’ı sonunda dün gece izledim. Planım önce kitabını okumaktı ama dayanamadım artık… Türkçe’ye Yıldız Tozu olarak çevrilmiş; ben çok sevdim bu çeviriyi! Kitabı okuyanlar filmi çok beğenmemiş klasiğini duymakla beraber ben filmi gayet beğendim ve inanmayacaksınız ama halen kitabını da okumaya niyetliyim.

starduststardust_03


Neil Gaiman ile tanışmam ise bana Gözde’nin hediyesi esasen. Yazarın son kitabı “Mezarlık Kitabı” bir nefeste okunuyor. Kitabın ilk sayfasında ise Neil Gaiman için şöyle diyor;

mezarlik_kitabi “Bugüne kadar pek çok bilimkurgu, fantezi romanı ve çizgi roman yazmış olan Neil Gaiman 1960 yılında İngiltere’de doğdu. Sandman serisi, Yıldız Tozu, Amerikan Tanrıları, Bir Kıyamet Komedisi, Neverwhere, Koralin yazarın öne çıkan eserlerinden başlıcalarıdır. Hugo, Nebula, Bram Stoker ve Newberry Medal gibi pek çok ödül kazanan yazar, hayranları tarafından edebiyat dünyasının ‘rock yıldızı’ olarak görülmektedir.”

Pazar, Kasım 22, 2009

renklerle portre

deforme olmuş hayatlar, gözler, ifadeler, dudaklar, söylenmesi gereken sözler, kaçak sevişler, hüzne bulanmış duruşlar, kusurlar, isyan eden hisler, s1 gözüyle renklerle birleşince;

 

“Yap Gitsin!”, yeni sloganım bu işte. Birkaç ay önce özel bir insan anlamamı sağladı… Eskiden o kadar ciddiye alıyordum ki hareket bile edemiyordum, kaskatı kesilmiştim… Şimdiyse içimden mi geldi çiziveriyorum. Canım yeşil mi istedi, mor mu, mavi mi hemen katıveriyorum, katıp karıştırıyorum, kendi kendime takılıyorum….

İki Dil Bir Bavul

ikidilbirbavul

Uçsuz bucaksız bir arazide çitlerle çevrilmiş bir okul, kapısı kapanmayan bir sınıf, eğitim verme çabasıyla ironik bir kahramana dönüşen yeni mezun bir öğretmen, hem öğretmenin hem çocukların sınıftayken ve yinede kendi ülkelerinde birer yabancıya dönüşmeleri, herşeye rağmen “el-ele” verip öğrenmeye çalışan mahçup yavrular, yokluk ve çoraklık ile bezenmiş bir coğrafya, kocaman bir gökyüzü, iki dil bir bavul…

Filmde, Denizli’li Emre nin üniversiteden mezun olup bir Kürt köyüne atanması sonucunda yörenin çocuklarına öğretmenlik yapma macerasına tanık oluyoruz. Belgesel tarzında bir uslüp benimseyen film, Emre’nin köyde geçen 1 yılını anlatıyor; politika yapmadan, ıvır zıvırla doldurmadan…  Emre de çok samimi, filmdeki diğer herşey gibi neyse o işte… İzlerken hiç sıkılmıyorsunuz, film adeta akıp gidiyor. Böylesine sade bir dille ve sadece olup biteni anlatarak bunca önemli mesaj içermesi bence filmin çok büyük başarısı.

İzlerken yörenin koşulları, yokluk ve yoksulluk hali içinizi dağlıyor… Durumu inkar edemiyor, kaçamıyorsunuz. Diğer yandan çocukların o mahçup halleri yüzünüze buruk bir gülümseme zımbalıyor. Filmin final sahnesinde bu buruk gülümseme doruğa çıkıyor ve öylece işte salonu terk ediyorsunuz…

Filmden çıktığımdaki hislerim; Zülküf’ü alıp gıdıklayasım vardı örneğin… “Nasıl hayır lan?” diye esprik yapıp durdum… Bu arada film, Altın Portakal En iyi İlk Film Ödülü, 16. Altın Koza film festivali Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü vb. ödüller almış.

Konusu beni zaten cezbetmişti… Aldığı ödülleri duyunca merakım arttı… ama esas fragmanını izleyince “tamam!” dedim ve gittim… İyiki gitmişim! Ankara Üniversitesinde tanışmış bu iki yönetmen Orhan Eskiköy ile Özgür Doğan dillere destan bir iş çıkartmış…

Buyrun fragmanı (aşağıdaki video çalışmaz ise imdb’den de fragmanını izleyebilirsiniz…) :

 

Filmden kareler:

iki-dil-bir-bavul2 iki-dil-bir-bavul  iki-dil-bir-bavul3 2-dil-1-bavul Iki-Dil-Bir-Bavul-0 Iki-Dil-Bir-Bavul-6Iki-Dil-Bir-Bavul-11 iki-dil-bir-bavul4Iki-Dil-Bir-Bavul-14 iki-dil-bir-bavul5

Not: Yıldırım Türker’in Radikal’deki yazısını da mutlaka okuyun, harika yazmış…

Cumartesi, Kasım 21, 2009

kitty litter

Bu seneki Placebo konseri bu muhteşem şarkıyla başlamıştı. Şimdi dinlerken düşünüyorumda soluğumuzu kesen bir başlangıçmış; özelliklede o ses düzeninde…

Placebo_vol_1_0_by_ohpSes öyle güçlüydü ki sanki sahneden taşıp Kuruçeşme’nin toprak zeminine dökülüyordu… Oradan usul usul ilerleyip bizi teslim alıyor, bununla da yetinmeyip gökyüzüne hükmediyordu!
Yukardan bakıldığında belkide o gece boğaza rock karışıyor, İstanbul’un tüm tepeleri delirmiş gibi kafa sallıyor ve isyan doruğa ulaşıyordu…

Pazar, Kasım 15, 2009

Kıskanmak

kiskanmakKıskanmak, 1930’lar Türkiye’sinde geçen bir dönem filmi. Nahid Sırrı Örik’in aynı isimli eserinden uyarlanmış. Senaryosu da Zeki Demirkubuz’a ait.

Tanıtımlarda film için “Çirkin olan Seniha nın güzel yengesi Mükerrem e karşı hissettiği kıskançlık duygusu üzerine kurulu” diyordu. Ancak izlerken kıskanma duygusunu çok hissetmiyorsunuz. Daha çok hayattan vazgeçmiş, neredeyse kurumuş, ancak sonradan anlaşılan bir sebepten abisinden intikam alan Seniha’yı izliyoruz… Bir sahnede Seniha’nın Suç ve Ceza okuduğuna şahit olsakta daha sonra bu konuda net bir ilişki kurulmuyor; bu seyirciye bırakılıyor. Fazla diyalog olmasıyla film bence izleyiciyi çok zorlamış. Ancak kurulan atmosfer, kostümler, ev, kalfalar ve birçok detay insanı cidden o döneme götürmeyi başarıyor.

Nergis Öztürk, filmdeki “Seniha” rolüyle altın portakal en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Hakikaten Seniha karakteri, eline geçen fırsatı trajediye dönüştürerek bir anlamda insanlığın da çirkin, soğuk ve karanlık yüzünü iyi temsil ediyor. Bu açılardan Kıskanmak, karanlık bir film olmayı başarsa da yönetmenin diğer filmi Kader de olduğu gibi yüreğimize işlemiyor.

delirmek ya da delirmemek… işte bütün mesele bu!

Dünyanın tüm vaktine sahip olmak ve düşünmek insanı cidden delirtebilir. Bu yüzden bence ortak akıl zihnin uyuşmasını ister…

Zihni uyuşturan aktivitelerse çok… En populeri TV izlemek! Eve gelir gelmez aptal kutusunu aç, bütün gece karşısında otur, ee ne oldu? TV’den uyuşan akıl deliremedi… Anne-baba olmak da benzer bir uğraş; yine içindeyken deliremezsin. Çünkü anne/baba olmak kahraman olmak gibidir ve kahramanlar asla ağlamaz veya delirmezler… Delirmek lüksdür zaten; tutkulu bir seks gibi lüks…


Zihni uyuşturan tüm bu aktivitelere %100 takılmak veya tamamen delirmek sorun değil. Bence gerçek sorun arada kalmak! Çünkü arada kalan ruh, çoraptan çıkan kaçak parmak gibi... Hem içinde, hem dışında olmak ister. Hem düzeni arzular, hem de ruhu muhaliftir. Ruhu defolu, defosu deliliktir… Çoğu arada kalan ruh şunu da iyi bilir; tümdende delirmeye cesareti yoktur… Hal böyle olunca canlarım, part time deliliktir arada kalanların gerçek mesleği. Yarı akıllı, yarı deli, yuvarlanıp gitmek bu hayatta…



MFÖ’den “bazen” dinliyorum ve elimde olmadan böyle sıkıcı şeyler düşünüyorum… siz yapmayın…


Bazen
Güneş doğar
Güneş batar
Ama insan uyumaz bazen
Düşünür
Geceler kısa
Çabuk geçer
Ama insan uyumaz bazen
Düşünür
Deniz masmavidir ne güzel
Ama insanlar görmez bazen
Şiirler şarkılar masallar
Ama insanlar duymaz bazen
Üzme kendini
Ümitsiz gibi
Sevenin var bak
Ne güzel

Çarşamba, Kasım 11, 2009

hobilerle evlenmek

Aynı hobiyle insan bir ömür boyu devam edebilir mi? Bakıyorum bazı arkadaşlarım çok tutarlı; örneğin birlikte başladık ama dalış onların halen hayatlarının bir parçası…Bense 5 yıldır dalmıyorum. Dalışın yeri ayrı olsa da artık yapasım yok… Onlara rastlayınca düşünmeden edemiyorum; bir hobi insana “ahhaa! hayatımın hobisini buldum, ölene kadar bunu yapacağım, çok mesudum..” felan dedirtebilir mi? Yani insan bir nevi hobisiyle de evlenebilir mi?

Yeni hobilerime yelken açalı çok oldu… Bu sefer en çokta çocukluğuma ait hobilere döndüğümü farkediyorum. Ne diyeyim bir ömür sürer inşallah ;) kehkeh

Nottiri hanzo: Madem çocukluğa döndük, ahanda Seyyal Taner’den Naciye sizeee! Ben küçükken hastasıydım bu şarkının, duyunca dayanamaz, kalkıp oynardım ::)

Salı, Kasım 10, 2009

dancing queen diş çıkartıyor…

Yau bunu yayınlamasam mı dediydim ama yok yani ölümsüzleşmesi gerek bu gecenin……

DISCO_FEVAAA_by_fuckitznikki Geçtiğimiz haftasonlarından biriydi; Mor ve Ötesi konserinde mutluluktan sarhoş olmuştuk… Konser bitince ağıldan tepişerek çıkan kuzular gibi Ghetto’dan dışarı dağıldık. Meee’liye meeee’liye taximin başına kadar yürüdük. Ordan Didemcanı aldığımız gibi kuzudan öküze dönüştük. Yol biraz üzerimize çöktü ya da bize öyle geldi. Öküz gibi soluduk yol boyu… Sonsuza kadar yürüdük. Nasıl olduysa sonunda vardık Roxy’e. İçeri girdikten sonra benim için kollektif yaşam bir anda bitiverdi. Sürüden ayrıldığım gibi müzikle birlikte öküzden dancing queen’e dönüştüm! (yeebaby!) Bir ara baktım Serdarcan’la Didemcan halen öküz gibi dans ediyorlardı ahahahaha :) (şaka lan şaka onlar da afillilerdi şşşş…)

Sonra işte Ebru geldi, onun arkadaşları geldi, Didem’in arkadaşları geldi ve onların da arkadaşları derken pistin sol tarafı tamamen bizim arkadaşlarımızla doldu… Biz bize eğlenirken işte sonraaa --- oOofff uzun lafın kısası; anacım o kadar çok eğlendik ki ben Serdar’ın dişini kırdım :))) oh, söyledim...
The End

Nottiringens:
ertesi gün koşarak diş doktoruna gitti tabi kuzu. Bir de ben üzülürüm diye düşünüp kimseciklere bahsetmemiş.. ay cınıııam... / Aynı saatlerde ben ise Didem i arayıp, kızıııııaaaam nasıl kırdım serdar ın dişini ama ahahhaa diye anırmayla gülme arasında kararsız sesler çıkartmakla meşguldum….

(heee anladım; siz nasıl kırıldığını da merak ettiniz… Anlatayım; işte efenim senin biran, yok o benim biram felan diye bira dalaşı yaparken oldu/muş, tamda hatırlamıyorum :)) ahahaha ama ön dişlerden biri işte böyle ucundan azcuk koptu.. :::)))kuhkuhkuuhh)

(hatta bir rivayete göre ben kırmadım o dişi, o kendi kırıldı…)

(en komiğide; serdarın şu teziydi: şimdi bu diş ucundan kırıldı ya, bu yüzden kalan kısmını da kesip boydan düzlemeleri gerekecekti. böylece serdarcan ın ön dişlerinin boyu bayaaaaa kısalmak zorundaydı… ve başka yolu yoktu! kesin böyle olacaktııııı!? :)) hehehehehe)

(tabiki esas tezimiz -bulabilseydik kopan parçayı- onu oraya yeniden yapıştırmaktı… ama güçlü bir yapıştırıcı gerekirdi. Çünkü birşeyler yerken o parça yine yerinden çıkıp yemeğe karışabilirdi ve yanlışlıkla yenmesi an meselesiydi…)

(ama sonuçta yani bizim tahminimize göre o kopan parçayı da birayla içmiştik ve barda yerlerde aramanın lüzumu yoktu…)

Pazartesi, Kasım 09, 2009

şovenist masturbasyonlarınız yetti ama aaa!

Peace_by_STUPIDxochi Yazmazsam çatlayacağım! Son günlerde çeşitli söylemlerle doğuluları, kürtleri, ermenileri vs. aşağılayan, barış ve kardeşlik türküleri yaymak yerine faşizm çığırtkanlığı yapan herkese acaaaaaaaaaayip kılım. Hatta meraktayım; az gelişmiş bu zihinlerin kutuplaşma merakı nereden geliyor? Buram buram ırkçılık kokan bu şovenist mastürbasyondan nasıl zewk alınabiliyor? Hangi yüzyılda yaşıyor bu insancıklar?

Geçtiğimiz yüzyılı Mehmed Uzun, “Nar Çiçekleri” isimli Çok Kültürlülük üzerine yazdığı denemesinde şöyle değerlendirmişti:

“Şu yüzyılın bize, insanlığa armağan ettiği şeylere bakın; iki dünya savaşı, sayılamayacak kadar çok -diğer halk, kültür ve gruplara karşı savaşların neden olduğu- açlık, kıtlık, sürgün, göç, pogrom, Auschwitz, Hiroşima, Nagazaki, Sibirya, Lubyinka, Halepçe ve daha neler neler… Sanki dünya, dünya değil bir ölüm tarlası, ölüm üreten, ölüm saçan bir makina…
***
Hala cayırdayarak yanan bu kanlı yüzyılın bitmesine beş yıl kaldı. 2000’li yıllar kapıda. Yüzlerce müsibete rağmen hiçbir ders çıkarılmamış gibi milliyetçilik, etnik temizleme, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık sürüp gidiyor. Irak’ta kanlı bir diktatör tüm bir şehrin üstüne saldığı zehirli gazlarıyla 5000 Kürdü, tüm bir şehrin sankinlerini katlediyor. Almanya’da ırkçıların tutuşturduğu evlerde Türk aileleri diri diri yakılıyor. Yine ırkçılar dünyanın her yanında Musevi mezarlarını ve sinegoglarını yakıp yıkıyor, katledilmiş Musevilerin bir mezara bile sahip olmasına tahammül edilmiyor. İsveç’te ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde yabancı düşmanları camileri, göçmen derneklerini, lokallerini bombalıyor. Fransa ve İngiltere’de ırkçılar bir zamanlar Fransa ve İngiltere kolonileri olan Magrip ülkelerinden ve Hindistan, Pakistan, Uzak-Doğu’dan gelen göçmenleri toplumdan dışlamak için herşeyi yapıyor. Bosna’da Müslüman Boşnak köyleri tümden boşaltılıyor, sakinleri toplama kamplarına dolduruluyor, Avrupa’nın en önemli çokkültürlü merkezlerinden biri olan Saray Bosna durmadan bombalanıyor, ekmek kuyruğunda bekleyen halk bombalarla katlediliyor. Türkiye’de hiçbir kültürel hakka sahip olmayan Kürtlerin, isimleri çoktan türkçeleştirilmiş 2000 civarında köyü topyekun boşaltılıyor, ormanlar yakılıyor. Çok renkli bir mozaiğe sahip Lübnan’da dini ve etnik gruplar birbirine düşman hale getiriliyor. Doğu Avrupa, Baltık ülkeleri, Kafkaslar, Asya, Orta-Doğu, Afrika, Uzak-Doğu, Tibet, Çin, Latin Amerika, ABD… her yerde milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığının tutuşturulduğu alevler, gökleri saran dumanlar. Ve timsah gözyaşları. Rusya’nın Sırplar için, Türkiye’nin Boşnaklar için, İran’ın Azeriler için, Irak’ın Filistinliler için, Fransa ve İngiltere’nin çeşitli ülkelerdeki Hıristiyan azınlıklar için, daha başka ülkelerin de “biz” kategorisinde gördüğü başka gruplar için döktüğü timsah gözyaşları. Kapısının önü kir, pas ve tozdan geçilmeyen kötü ev sahibinin komşularının kiri ve pası için kopardığı kıyamet. Normal hale getirilmiş bir ikiyüzlülük, riyakarlık ve yalan. Kanla birlikte dalga dalga genişleyen ve herşeyi boğan yalan.”

Peki bu yüzyıldan umutlu muyuz..?

İşte benim umudumu en çok şu kırıyor; okumuyoruz ama ne çok konuşuyoruz… Eminim yukarıdaki bir paragrafcık yazıyı bile üşenip okumuyoruz. Bırakınız son 100 yılı, yakın geçmişimizi dahi bilmiyoruz ve bundan da utanmıyoruz. Bu yüzyılı da böylece heba ediyoruz. Hiçbir bilimselliğe, veriye dayanmayan, insanlığa sığmayan laflar edip, “diğer”imizin haysiyetiyle oynuyoruz.

Biz-Onlar çıkmazında kendi “biz” ine kafayı takmış ve onların “biz” ini tehdit sayan herkesin durup biraz düşünmesi gerekmiyor mu..?

Mehmed Uzun’un aynı eserinden bir alıntı daha yaparak konuyu kapatıyorum. Sorumun cevabına gelince; “insan”ın olduğu her yerde umut da yeşermez mi?

  • “İnsani, kültürel diyalog;
  • etnik, kimlik ve kültürel hakların sonuna kadar serbestliği, sonuna kadar kullanılması;
    bölünme, bölücülük değil, yerelliği koruyarak, farklılığı teşvik ederek, renklendirici işlevini görerek, harcı eşitlik ve özgürlük olan daha üst, daha güzel, daha renkli birlikler;
  • etnik aidiyetle değil, yasal ve demokratik vatandaşlık bağlarıyla oluşturulmuş bir eşitlik;
  • diller, kültürler, dinler ve gelenekler arasında, herbirinin farklı mantığını, üslubunu, tarzını koruyarak, edebiyat, sanat, müzik, kültürel ortaklık, tarihsel bağlarla kurulmuş sağlam köprüler;
  • başkalarının da onurunu, haysiyetini, geleceğini, dilini, kültürünü hesap ederek, onların bir tehdit unusuru değil zenginleştirici bir canlı varlık olduğunu bilerek, insanlığın ve doğanın o müthiş uyumuna saygı göstererek kendi “bizimizi” düşünmek.

Yani sadece insan olmak, başka hiçbir şey değil.”

Perşembe, Kasım 05, 2009

hayal-perest

retro_by_Alraunie Ortaokuldayken odama çekilip saatlerce müzik dinlerdim. Boş geçen bir zaman değildi bu benim için. Aksine herşeyimdi. Müziğime kavuştuğumda dünyanın da hakimiydim. Yatağıma uzanır, saatlerce hayal kurardım. Tavana bakardım, duvarlardaki posterlere bakardım. Bazen de gözlerimi kapatırdım; böylece hem müziği, hem hayallerimi daha iyi duyardım.

Dedim ya hayallerim vardı benim ve açıklanamaz bir enerjim. Coşkuluydum. Henüz yolun başındaydım. Yaşam, bütün cazibesiyle önümde serilmiş yatıyordu ve ben gidip ona sahip olacaktım. O bana değil! Yaşamak denilen işle gerçekten ilgiliydim. Tutkulu ve cesaretliydim. Daha 18 olacaktım. Daha neler, neler olacaktım. Gözlerimi kapatmam yeterdi…

32 yaşımda ise yaşam, artık bana sunulan bir gizem değilde, maskesi düşmüş bir şarlatan, fazla hızlı çözdüğüm bir matematik sorusu gibi... Geçebileceğim bir sonraki soru yok sanki. Hayatta fazla ileri gitmişim gibi. Öyle ki gözlerimi kapatmama rağmen hayal kuramayacak kadar ileri gitmişim…

dream on dinleyin biraz iyi gelir…

Related Posts with Thumbnails

en çok okunan top10 şaheser