Pazar, Şubat 28, 2010

Dikaaaaat! Ev Canavarları!

ev-canavarlari-2

Evlerimizde gizli gizli yaşayan ve her türlü aksiliğe neden olan ev canavarlarına hangimiz maruz kalmadık ki! Çocukluğumuz bunlarla uğraşmakla geçti… Hoş büyüyünce de bazı şeyler hiç değişmedi! :)

Stanislav Marijanovic’in hayal gücünden süzülen bu eğlenceli seri, iki ciltten oluşuyor. Büyük-küçük herkesin seveceği cinsten…

Ne tip canavarlar mı? Örneğin; bolca aksırıp tıksırıyorsan, yakınlarda mutlaka bir SÜMKÜRÜFÜS canavarı vardır!

Elini, parmağını hep bir yerlere sıkıştırıyorsan bunun sebebi hiç kuşkusuz ezilen ve incinen parmak canavarı PARMAKKAPAN’dır. Bütün hırçınlıklarımızın sorumlusu HIRÇINELLA ve geceleri karanlıktan korkmamıza neden olan ise karanlık canavarı ZİFİRAY LOŞ’tur.

Sabahları genellikle ne giysem acaba canavarı GÜNAYDIN PANİĞİ bizleri ziyarete gelir… ve biz  masumca dolaba bakarken o da sinsice yanımızda dikiliverir! Hain AKİDE KIZLAR ise zaten peşimizden hiç ayrılmaz; yapışık ikizimiz gibi nereye gitsek bizi takip eder ve çikolata, limonlu cheesecake, meyveli jöle gibi daha ne alaka bir sürü tatlıyı aklımıza sokmayı başarır! GECİKTİMSAH canavarı ise yine favori diğer canavardır; onunla çok takılmak hemen her yere gecikmemize ve acayip saçma gecikme bahaneleri uydurmamıza neden olur…

Daha nice canavar, evlerimizde kuytu birer köşede dikilmekte ve ne kadar büyürsek büyüyelim sinsice bizleri etkilemektedir…

 

Kitaptaki canavarlardan birkaçı;

Son resimdeki Haşerto canavarının yazısını da paylaşarak artık bu yazıyı sonlandıralım;

HAŞERTO
Haşerat canavarı
HAŞERTO’nun müthiş bir hayal gücü vardır. En ufak böceği dev bir yırtıcı hayvan gibi, en minik sineği merhametsiz bir savaşçı gibi ve en zararsız yusufçuğu gerçek bir canavar gibi gösterebilir.
Ama ağır ağır ilerleyen böceklerle vızıldayan sineklerin son derdi sizi yakalamaktır. Tek istedikleri, rahat bırakılmak ve kendi işlerine bakmaktır. Bu yüzden çığlık atmaya, havada zıplamaya ve sinekliğe uzanmaya gerek yoktur. HAŞERTO yeni bir oyunun peşindedir, o kadar.

EV CANAVARLARI - AİLE REHBERİ 1 VE 2
Stanislav Marijanovic, Çeviren: Bahar Siber, İletişim Yayınları, 2008,
Her biri 23 sayfa ve 13 YTL

Not:
Çenem düştü evet…
Dün gece televizyonum bozulunca(!) elimde dvd’lerle (Zeki Demirkubuz - C Blok, Up, 9, Caramel) ağlamaklı bir şekilde kalakaldım! Çalışsa muhtemelen Up’ı izleyecek, gecede bir ara disko kralına takılacaktım. “Neyse iyibeee!” diyerek üniversitedeki televizyonsuz yurt günlerime döndüm ve bu kitaba gömüldüm… Zaten kitabı da dün almıştım ve incelerken ağzımın salyası sayfalarına akmasın diye özel çaba içerisindeydim.
Bugünde, pazar pazar hiçbir yetkili servisin çalışmadığına emin olduktan sonra yahu gün bu gündür diyerek suluboyalarımı felan çıkardım. Vee başladım garip hayvanatlar felan çizmeye… İşte benim ıvır zıvır eskizler ve suluboyalarım…! (iyi ki bozuldu bu televizyon!!)

Çarşamba, Şubat 24, 2010

düzenBaz

The_Thinking_Tree_by_gilad

Askerde hani düzeni korumak için insanlara saçma sapan işler verilir ya… Acaba diyorum milyonlarca insanın mesken ettiği şehirlerde de ya düzeni korumanın tek yolu buysa!? Her gün aynı saatte kalkılmasa, işe gidilmese, “mühim” işler yapılmasa, belki de şehirde herkes azıtacak, feci bir kaos çıkacak…

Düşünüyorumda…
yani öyleyse eğer,
bu düzenin komutanları kimdir hocam?
ve biz ömrümüzün en güzel yıllarını
bozuk para gibi dirlik düzene harcarken,
sahi emekliliğe şafak kaç?

Pazar, Şubat 21, 2010

Koma Amed !

10 yıl kadar önce Urfa’ya seminere gittik. Ordaki insanlar bizi bir ağırladı, bir ağırladı, yemin ediyorum dedik ki “biz insan mıyız acaba? böyle koşulsuz iyi nasıl olunur?” Akıl sır erdiremedik… Neyse arabada çalan müzik de muazzamdı; Koma Amed ile işte ilk böyle tanıştım.

Arabada müziği dinlerken, camdan dışarı bakıp çarpıldığımı hatırlıyorum…
Araba şehrin içinde ilerliyordu; ben de hayatın içinde ilerliyordum… Üniversiteden yeni mezun olmuş, iş hayatına yeni girmiştim. Aslen Van’lıydım ama toplasan 2 kez gidebilmiştim (o da çocukken…). Ankara’da yaşıyordum ve şimdi yolum Urfa’ya düşmüştü. Güney doğuya yaklaşmak hoştu. Bu arada camın diğer tarafındaki manzara ve müzik, garip bir uyum yakalamıştı; sanki televizyondan bu şarkının video klibini izliyordum… O an konfor içinde oturmuş, deri koltuklar ve klima serinliği eşliğinde doğuya baktığımı duyumsadım. Aynı Ankara’dan yaptığım gibi… Doğuya bakmamak, bakacaksan da konfor içinde bakmak kolaydı. Peki ya içine karışmak?

Çarşıya inince doğruca gidip kendime bir poşu aldım. Boynuma sarınıp şehirde yürürken garip bir mutluluğa kestim… Ankara’dansa daha çok buralıymışım gibi çocuksu bir aidiyet hissettim…
Şemo, Tesi, Hay Nık Na

koma_admed_dergus

Not: Koma Amed ile Urfa’da tanışıp albümünü Ankara’da bol bol dinledikten sonra nasıl olduysa o kaset kayboldu. Ama kaset kapağı (yukarıdaki) aklımdan hiç çıkmadı. Kapak tasarımı ve renkler benimle kaldıysa da yazılar silindi. Yıllarca bu kaset kapağında ne yazdığını okumaya / hatırlamaya uğraştım… Birkaç hafta önce, o poşuyu annem Ankara’dan istanbul’a benim eve getirdi. Ben de “hey gidi hey” diyerek salondaki koltuğa serdim… Tabiki yine kapak düştü aklıma; ne yazıyordu? ah bir hatırlasam internetten bulurdum… Sanırım poşunun büyüsü tuttu; bugün, bir anda, durduk yere “Koma Amed!” dedim ve ayağa fırladığım gibi bilgisayara koştum!!! :)) Çok mesudum… Bütün gün albümü dinledim…………….

mahçup yumurcak


-Nesloş’un oğlu Doruk’a-


Nesloş ve Doruk gelmişti! Sevinçle kapıyı açtım ve içeri buyur ettim.
Beni hatırlıyordu ama yine de mahsundu. Fazla yüzüme bakmasa da, dudağının kenarına tutsak ettiği gülümsemesini görebiliyordum. Bir önceki buluşmamızda oynadığımız çöpçülük oyununu hatırlayıp gülüştük. Gülüştük ama halen mahsundu. Bakışlarını aşağı indirmeden hemen önce, sanki odaya karışan gülücüklerini, minik elleriyle bir bir topladı ve ağzına yerleştirdi. Aynı minik bir kuşu yuvasına yerleştirir gibi… Ancak biraz daha zaman geçince alıştı bana. Derken başladık kudurmaya! Evdeki tüm yastıklardan kocaman bir kale bile yaptık. Öyle çok güldük ki tutsak tüm gülücüklerimizi dışarı salmıştık! Şimdi bile o anı hatırladığımda, eskilere dair, hafif, toz pembe bir mutluluğa kesiyorum…

Cuma, Şubat 19, 2010

don’t stop animeyşın!

mary and max den depreştim yine… stop animation delilikse, evet, ben de istiyorum! :(
hey millet, stop animation yapalım mıı? var mısınız ha? haaee?
işte aklımdaki karakterler; iki adam, bir çalı, ölmüş yaşlı bir kadın ve bir de karga! tutar bu çok tutar…
yalnız aşka nasıl bağlarız işte orası muamma…
olmadı bir de genç kız çizerim yahuu, şöyle en gotiğinden :) gıh kıh…

eskiz_scared_dayi_by_s1eskiz_scary_adam_by_s1 cali_by_s1

 ölü_kadin_by_s1  karga_by_s1

adamlar ve karga geçen sene çizdiğim eskizlerden. çalı ve yaşlı kadın ise bu seneye ait… tabiki bu sene dediğim 2009, geçen sene dediğim 2008… eheh 2010’u kim takar :)

eğri oturup tatlı konuşalım

One_Kiss_For_Each_Berry_by_JollyRottensevgililer günü felam saçma işler bunlar hocam! ben kendi doğum günümü kutlamazken, seninkini kutlamazken, berininkini bilmezken, yok bi de gelip sewgililer günü mü kutlayacam! zaten zorlama her iş, yaşlandıkça beni daha da geriyor... geçenlerde doğum gününe davetliydim; lan dedim ben kendi doğum günüme gitmiyorum, buna niye gideyim ki? düzene karışmak istemiyorum hocam. düzen de bana karışmasın, böyle iyiyiz…

seversem bir adamı, aşk böcüğü olmaktan da ölesiye korkuyorum :)

Pazar, Şubat 14, 2010

Alice Harikalar Diyarında

Küçükken defalarca okumuşumdur… Yıllar da geçse, hiçbir yere benzemeyen bu fantastik dünyalar beni cezbetmeye devam etti. Ondan olsa gerek Star Wars, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter, Yıldız Tozu gibi fantastik filmler, romanlar hep üzerimde büyük etki yarattı.

Sonuçta hastası olduğum Tim Burton abimizin, son projesinin Alice in Wonderland olduğunu duyduğumda sevinçten havaya uçtuğumu tahmin etmişsinizdir! Filmin fragmanını izlemek için internete girdiğimde gözüme kitabın yazarı Lewis abimiz ilişti. Onu araştırırken bulduğum her bilgi, hızla beni ağacın kovuğundan aşağıya gönderdi;

225px-LewisCarrollSelfPhoto Lewis Carroll (gerçek adı Charles Ludwig Dodgson) 1832 yılında İngiltere’de doğmuş. Öldüğünde yine İngiltere’de ve 66 yaşındaymış.

Ailede herkesin adı Charles; büyük büyükbabası, dedesi, babası ve kendisinin adı Charles. Anladığım kadarıyla ailede büyük erkek çocuğa bu isim veriliyor. Bizim Charles, 11 kardeşli kalabalık bir ailenin ilk erkek ve üçüncü cocuğu…

Küçükken geçirdiği havale sonucunda kulağının birinde duyma yetisi tamamen kaybolmuş. Ayrıca kendisi kekemeymiş ve gençlik yıllarında bundan çok çekmiş.

Rugby ve Oxford’da eğitim almış; yazar olmasının yanısıra matematikçi, mantıkçı ve fotoğrafçı.

180px-Alice_Liddell_2Net bir delil olmamakla birlikte çocuklara karşı zaafı olduğundan şüpheleniliyor. Bunda fotoğraf çalışmalarında yer alan çıplak veya yarı çıplak çocuk figürlerinin de etkisi çok. Örneğin sağdaki fotoğrafı Charles, 26 yaşındayken çekmiş. Fotoğraf hristiyan klisesi başrahibinin kızı Alice Liddell’e ait. Alice Harikalar Diyarında’yı yazarken ondan ilham aldığı söyleniyor.

lewis-carroll-Saint George and the DragonFotoğrafçılığı 1880 yılında (48 yaşındayken) bırakmış; nedeni bilinmiyor. Stüdyosunda 3.000’den fazla fotoğraf çekmiş ancak çoğunu imha etmiş ve yalnızca 1000 tanesi günümüze ulaşmış. Soldaki fotoğrafı 43 yaşındayken çekmiş; “Saint George and the Dragon”

Henüz 26 yaşındayken Charles’ın hayatına giren Liddell ailesinin (başrahip, eşi ve 3 kız çocuğu), onun kariyeri ve hayatı üzerinde büyük bir etki yaptığı söyleniyor. Hatta Charles ile başrahibin eşi Lorina kanka olmuşlar.

Alice Harikalar Diyarında’yı 30 yaşındayken bir piknikte olgunlaştırmış. Charles, piknikte her zamanki gibi hikayeler uydurup çocukları eğlendiriyormuş. Yağmur yağmaya başlamış. Yağmurun bir şekilde Charles’a ilham verdiğine inanılıyor. Çünkü o gün yağmurla birlikte her zamankinden daha seri anlatmaya başlamış. Alice, hikayeyi öyle beğenmiş ki yazması için tutturmuş. 1865’te baskıya giren Alice’s Adventures in Wonderland, Charles’a büyük ün ve ticari başarı getirmiş.

“Absürd” edebiyat olarak anılan pek çok eseri var. Aynı zamanda geometri, matrix algebra, mantık konularında da pek çok kitabı var. The Hunting of the Snark (Köpan Avı) ve Jabberwocky isimli absürd şiirleri (nonsense poem) de yine populer eserleri arasında. Bu şiirlerde kullandığı birçok kelimeyi kendi uydurmuş. Çok ilginç ve acayipler…

180px-SnarkFront_svg399px-TheJabberwocky

Charles hep günlük tutmuş. Günlüğünde yazdığına göre migreni varmış. İlerleyen aşamalarda Mikropsi hastalığına sahip olduğu tahmin ediliyor. Bu hastalık, eşyaları olduğundan daha küçük görmeye neden oluyor. Hatta Charles, günlüğünde öyle detaylı aktarmış ki sonrasında bu hastalığa Alice in Wonderland Syndrome ismi verilmiş. Ayrıca epilepsisi olduğu da yine diğer bulgular arasında.

Günlüklerdeki tasvirlere bakarak günümüz bilim adamları, Charles’ın epilepsi türünü tahmin etmeye çalışmışlar. Bu tahminlere göre Charles’ın bu krizlerde bilincini tam olarak kaybetmediği, hatta bilincinin değiştiği iddia edilmiş. Dönemin afyon içerikli ağrı kesicilerini de bolca tükettiği ortaya atılan diğer iddialar arasında.

dodo-2Charles’ın kendini, Alice Harikalar Diyarında “Dodo” karakteriyle karikatürize ettiğine inanılıyor.
Kekeme olduğu için soyismini telaffuz etmekte hep zorlanırmış ve karakterin adı Dodo, aslında buna göndermeymiş.

Bunca lafdan sonra şunları söyleyebilirim;
Migreni, epilepsisi, mikropsi hastalığı, kullandığı iddia edilen ağrı kesicileri, pedofili iddiası, çektiği fotoğraflar, doçent olması, garip zekası, kendi alanında bir matematik dehası olması, kekemeliği ve daha nice özelliğiyle çok acayip bir insanmış bu Charles Ludwig Dodgson! “Acayip” derken “garip” ve dahiyane bir şekilde “enteresan” demek istiyorum. Zira üzerinden 150 yıl geçmesine rağmen eserleri halen bizleri etkilemeyi başarıyor…

white-rabbit-with-watch-5 saupload_alice_in_wonderland

Kaynaklar:
Vikipeki – Türkçe,
Vikipeki – İngilizce
Biyografi.info
Thinkquest Library
Art Blart
Lenny’s Alice in Wonderland site

Cumartesi, Şubat 13, 2010

Bajar’ın akustik konseri

Onlar “Nezbe” dedi, biz yaklaştık… Şehre de yaklaştık belki ama en çok kendimize yaklaştık. Bu yüzden bu sefer oldukça özel bir not düşeceğim.

Dün gece Bajar’ı dinlemek;
Benim için Kotis’e gidip günah çıkartmaktı…
Asimile olmuş benliğimle hesaplaşmak, gönlümü kanatmak ve belkide artık affetmekti…
Güneşin doğuşunu izlemek gibi kutsaldı; öyle ki hep yazmak istediğim yol filmime, resme, edebiyata ve şiire daha da yaklaştığımı duyumsadım… 

Dün gece gönlümün perdesini aralayıp müziği içime çekince, inanın hayatta olduğumu hissettim. Canlı, kanlı, hayattaydım! Üzerime serili ölü toprağını yırtıp sanki fidana dönüşmüştüm. Müzik içime su serpti. Şimdi herşeye yeniden başlamak, sevdalanmak, tiyatro yapmak, araştırmak, dünyadaki tüm kitapları okumak, düşünmek ve yaratmak istiyorum. Ölmek bile koymuyor! O zaman da Mehmed Uzun’la tanışacağımı hayal ediyorum. Bitmeyen bir sevda gibi hep varolacağımı düşlüyorum…

özgür-bajar

1.Parça / Al Ellerimi Yarını Yoğur*

Vaveran dağlarında bir ses
Havar eder düşümde
Gözlerim şivan eyler

*Babamın bir şiirinden alıntı; Ömer Civano Çakmakçı - Kanımda İki Su / Yorum Yayınları 1987

Pazar, Şubat 07, 2010

mavi ay

Afişteki şu cümleye takıldım ben; Season Three… hööö?
Biz öyle küçükküne ne “season” bilirdik, ne “episode”, ne bilmem ne… Ailecenek oturur mavi ay izlerdik. Annem elma soyar, soyduğu o elmayı bıçağın ucuna saplar, bize uzatırdı… biz de happuru huppuru meyvemizi yer, ay negzel aşk diyip çocukca hayallere dalardık…

mavi-ay

pazar sıkıntısı

Pazar, resmen üzerime çöktü, nefes alamıyorum… Bu nefes darlığını ne zamandır merak ettiğim Mary and Max ile dağıtmayı planlamaktayım! Allahım şu karakterlere, şu dünyaya bir bakın! izlerken, bildiğiniz delirebilirim… aslında düşünüyorumda; harbi delirirsem:) ne bomba olur yau! pazar gününe ve pis salyaları eksik olmayan o adi pazartesiye kazığın kralını atmış olurum ..! nihahahaha :)

mary_and_max Mary-And-Max-3 

 mary-and-max-fotomary_and_max2

Cumartesi, Şubat 06, 2010

Hrant Dink

Bir varmış, bir yokmuş
Türkiye diye bir ülke varmış
bu ülkede 2004’ten beri çeşitli istihbaratlar Hrant’ın tehlikede olduğunu söylemekteymiş
ama ülkenin tüm yetkilileri sağırmış…
19 Ocak 2007’de Agos’un önünde olanlar olmuş…
devletin bu olaydaki “asgari” rolü ihmalkarlık da olsa
bu hiçbir zaman suç sayılmayacakmış…

258827

258828

“Sağır” çoğunluk onu duymasa da, anlamasa da
aynı ülkede onu yüreğiyle duyan başka birileri daha oldu!
İşte bu başkaları için Hrant;
özgür ifadenin simgesiydi.
O, üstü gazete kağıdıyla örtülmüş barış umudumuz,
onurlu kavgamız ve kardeşçe yaşama kılavuzumuzdu…
İşte onu böylesine yürekten duyanlar, kendini onunla bir saydı,
kendini Hrant Dink saydı!
Ve o hazin günde 100 binler ayaklandı,
ayağa kalktı ve yürüdü…


Not:
1- Ben bu yazıyı tamamlamak için meğer saba makamındaki
bu şarkıyla tanışmayı bekliyormuşum… Dinler dinlemez dağınık kelimelerim bütün oldu…
2- Hrant Dink’in son yazısını henüz okumayanlar için buradan paylaşmak (belkide kendim için arşivlemek) istedim;

Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği – Hrant Dink

Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim

Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

"Ya sabır" çeke çeke...

Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

Türk Devleti adına

İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

"Ölüm-Kalım" dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek

İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Kaynak: http://www.biyografi.info/bilgi/ruh-halimin-guvercin-tedirginligi

Cuma, Şubat 05, 2010

mola!

Kalabalık da olsa ev veya çatlasan da yalnızlıktan,
kalbinde pır pır eden bir kuş, belki katran karası bir hüzün de olsa,
dinleyeceksin kardeşim kendini! ihmal etmeyeceksin.
Dışlayacaksın gerekirse tüm dünyayı, rüzgarı, güneşi ve çekileceksin içine…
Düşünmeden geçen her günün akla zarar olduğunu ilk sen bileceksin!
Üretmediğinde dönüştüğün o insanı hatırlayacak ve gerektiğinde “mola!” diyeceksin…
Hatta günlük rutinle dalga geçer gibi; “her gün” sen alacaksın o molayı! kimse vermeyecek.
Belki her gün 15 dakika, belki kesintisiz 1 yıl…
ama gerektiğinde mola demeyi bileceksin,
basit bir mola…

Lonely_by_PomadMan

Related Posts with Thumbnails

en çok okunan top10 şaheser