Bugün öğleden sonra tepemde dikilip saçlarımı sıcacık yüne çeviren bir yaz mı?
Yoksa gölge olduğu anda ve sert bir rüzgarla kurumuş birer dala çeviren bir kış mı?
Söyle bahar sen hangisisin?
Bugün öğleden sonra tepemde dikilip saçlarımı sıcacık yüne çeviren bir yaz mı?
Yoksa gölge olduğu anda ve sert bir rüzgarla kurumuş birer dala çeviren bir kış mı?
Söyle bahar sen hangisisin?
Yukarıdaki videoyu izleyemeyenler; bir de şuradan yakın…
Çatlayacağım şimdi! Çalışan bir insan buna nasıl gidecek peki sorarım size ey festival amiri, komiseri, koordinatörü ve daha neysi ama şeysiii!? Tek seçenek Cuma 16:00? Olur iş değil, hem de pera müzesinde ya off… Çocuk gibi kendimi yere atasım geldi. Ama ben ne yaptım, atmadım kendimi yere, onun yerine geldim buraya takır tukur yazıyorum! hırsımı klavyeden alıyorum…hırs hırs hırs!
“Ne diyor bu yaf!” diyenler buna tıklayın, bir de buna; bu filmden bahsediyorum…
Negar ve Ashkan, müzik yapmayı kafaya koymuş 2 genç. Onların tek isteği, iyi birer basçı, davulcu vs. bulup grubu tamamlamak ve Londra’daki o festivalde müzik yapabilmek. Ama batı müziği yasak; İran rejimince yasaklanmış durumda ve şartlar ağır… Müzisyenler gizlice müzik yapıyor, dinleyiciler ancak özel arşivi olan kişilerden müzik temin edebiliyor…
Sarhoş Atlar Zamanı filmiyle tanınan Bahman Ghobadi’nin yönetmenliğini yaptığı, 2009 yapımı bu film, müziğin yer altındaki yaşamına tanıklık ediyor.
Film boyunca hem Negar ve Ashkan’ın koşuşturmalarını izliyor, hem de rap müzikten rock’a, Tahran’da yapılan müzik türlerine tanık oluyoruz. Sanki(?) gereksiz birkaç sahne vardıysa da “lafı bile olmaz hocam!” diyor, müziğin evrensel diliyle bizleri çarpan bu film karşısında etkilenmeden edemiyoruz.
Özetle film, yeraltındaki müzikleri su yüzüne çıkartmakla kalmıyor, aynı zamanda Tahran’ın en ucube, bizimse en sağır sokaklarımızdan geçerek gönlümüze ulaşıyor ve kendini duyurmayı başarıyor…
Umarım yukarıdaki trailer’ı açabilirsiniz.
No one knows about the note here :
Bu arada filmi IF festivalinde izledim. Ve Bahman da oradaydı! Filmin sonunda çıkıp hem bizim sorularımızı yanıtladı, hem de kendi hikayesini anlattı.Üzerinde çalışmakta olduğu filmi (ki bu o film değil) İran yönetimi tarafından yasaklanınca, meğer Bahman bunalıma girmiş. Birebir değilsede yaklaşık olarak şunları söyledi;
“Filmim yasaklanınca ağır bir bunalıma girdim. Hiçbirşey yapamıyor, hatta günlerce evden çıkmıyordum. Arkadaşlarım, dostlarım çok çabaladılar ama kendimde artık sinema yapacak gücü bulamıyordum… Geriye bir tek müzik kaldı. Herşeye rağmen müzik dinlemeden geçen tek bir günüm dahi olmadı. Evde kendi kendime gitar çalmaya başladım. Derken yeraltındaki bu dünyayı keşfettim. Hayata yeraltında keşfettiğim bu dünyadan tutunmaya başladım… Ve filmin fikri böylece doğmuş oldu...”
Bir süre Türkiye’de kalacağını söyleyen Bahman, yeni projesinin Türkiye’de yaşayan Kürtler üzerine olacağını söyledi! Ve gider ayak ağzımıza bir parmak balı da çalmış oldu..
Bu arada Bahman ve oyuncular, bu film yüzünden artık ülkelerine geri dönemiyorlar…:(
17.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, 10 Mayıs - 10 Haziran tarihleri arasında, 18 farklı mekanda ve 30’a yakın oyunu ile seyircisine merhaba diyecek.
İlk bakışta; Ferhan Şensoy ve Karl Valentin’in skeçlerinin karışımı olup, Ferhanca güldürükler sunan ve de Grup Gündoğarken müzikleri barındıran Ruhundan Tramvay Geçen Adam, gerçek bir hikâyeye dayanan, akıl hastanesine kapatılarak orada 50 yıl tutulan iki genç kadının hikayesi Airswimming, sırf Hakan Günday senaryosunu yazdı diye Malafa, 150.doğum gününde Çehov’u anmak ve klasikleri bilmek bağbında Vanya Dayı, Martı, ve son olarak bir dengbej hikayesi olması açısından Nora ilgimi çekti…
Programa buradan ulaşabilirsiniz.
Biletler 3 Nisan Cumartesi satışa çıkıyor.
Sonradan düşülen çok möhim not:
Konuyu tiyatro hocamla da istişare ettikten sonra son kararım şu oyunlar;
Tatil Üçlemesi
Elektra
Sutra
Damıtılmış Kırmızı
Yapılan araştırmalara göre eşofman altları 3’e ayrılmaktadır:
Evde misafirin varsa ve rahatlığından ödün vermek de istemiyorsan JANJAN en iyi çözümdür. Bunlar, henüz diz yeri oluşmamış, rengi de ilk günkü gibi olan eşofman altlarıdır. Üzerine giyeceğin nefis bir t-shrirt’le feci tarz olma ihtimalin bile vardır…
YAYILGARİ ise en sevilen eşofman altıdır. Yorgun günün sonunda düşlenendir; onunla TV karşısında geçirilen saatlerin yerini hiçbirşey tutmaz. Giyilmekten oluşan diz yerlerinin yıkama sonrası bile geçmediği gözlemlenir. İşgüzar ruhların ütüleyerek bu diz yerlerini ilk 7 dakika gizleyebildiği yine bize ulaşan bilgiler arasındadır. Araştırmalar, her 100 YAYILGARİ’nin, 100’ünün de solduğunu, dikişlerinin esnediğini göstermiştir. Bazılarında pırtık oluşmuna dahi rastlanır.
YERKAPLAR ise karabatak gibidir. Bir giyersin, sonra haftalarca kaybolur ortalıktan. Bunlar çalışıyor gibi gözüken ama anca oturan, işlevsiz çalışanlar gidibir. Giyemediğin gibi dolapta da boşu boşuna yer kaplar…
Başlığın farkındayım ne alaka demeyin geliyorum ;)
Bir keresinde “kardeşimin kankası benim de kankamdır” mantığından harekete canımın içi YAYILGARİ’me bakıp bakıp, kendime de mani olamayıp, giydiğim gibi çıktım karşılarına. Sonra otururken lan bir baktım, ne göreyim; meğer pırtığı varmış! Beni aldı bir telaş, ya ona birşey olursa, ya onu kaybedersem vs vs… Çıkarttığım gibi hemen doktora götürdüm. Muayeneden sonra doktor (annem) geldi ve “korkulacak birşey yok; müdahele ettik, şimdi eskisinden de sağlam!” dedi. Off anam babam o an içimi bir sevinç kapladı ki anlatamam! Sanki ona yeniden kavuşmuştum…
işkencenin kuralları da aynı, hamleleri de. önce özel sandığım ne varsa gözümün önünde bir bir sıradanlaşıyor. sonrada manzara mideme oturuyor. o anda iğreniyorum kendimden ve aptalca hayallerimden. kırık bir hayal gibi etrafa saçılıyorum. yapıştırmaya çalışsam da eskisi gibi olmuyor, olamıyorum…
Jolly Rotten, deviantart’da takip ettiğim bir çizer… Yarattığı karakterlere ve tarzına bayılıyorum!
Özellikle şu aşağıdaki yılbaşı kartları beni benden alıyor...
Bu absürd esprileri, samimiyetsiz çam ağacındaki süslere tercih ederim…
Geçtiğimiz cumartesi Radikal’de yayınlanan Kaan Sezyum’un yazısını bugün okuyabildim… Onun kaybettiği sıcaklık, beni kendi muhasebemi yapmaya zorladı…
Birinin sıcaklığından yoksun geçen, yalnız ve soğuk hayatımı düşündüm… Arada bir mikrodalgayla ısıtmaya çalışınca daha da rezil olan o basit yalnızlığımı… Barışmak kolay olmuyor ama insan yalnızlığını da sevebiliyor zamanla. Hatta çok seviyor… Belki de sadece başa gelen çekiliyor. Çünkü hayat ne olursa olsun devam ediyor ve “yaşamak” denilen eylem bir şekilde işte galip geliyor.
Sahi nerden başlanırdı? Gözlerinden mi, yoksa kendine has esprilerinden mi? Hatırlayamıyorum… Birini sevmek karara tabi miydi peki? Çok emek ister miydi sahi?
Bir anda olup bitse keşke…
Uyansam ve kendimi aşka batmış bulsam. Pembeye kesmiş yanaklarımla gülümseyerek güneşlensem. Kıvır kıvır saçlarımdan şehvet fışkırsa. Kalbim görev icabı değil mutluluktan atsa… Ama öyle olmuyor. Hemen olmuyor. Bunun yerine, bilmediğim bir ormanda, yalın ayak ve çatlamış dudaklarımla, sonunu ve yönümü bilmeden bir yürüyüşe koyuluyorum…
Bjork’un küçüklüğü sanki… çok tatlı afacanmış ama!
Not:
Ya bu arada aşağıdaki teyzeler sanki domdom’un arkadaşları…
Yani domdom, bir macerasında kesin bu ikiz ablalara rastlayacak… ahanda buraya yazıyorum.
Notun notu:
Ya bu arada böyle bir model giydirilmekle ilgili 80’lere dair, feci komik bir anım geldi aklıma.
Yırtık kot felan giymenin, ayıp mı - moda mı olduğuna henüz karar verilemeyen ve giymesi cesaret isteyen o dönemlerde, ben asiyim ya güya, kotu bi güzel kestim, ooow nefsss yırtık felan giyip takılıyorum… (bu arada kalp şeklinde kesmişim leşş… çaktırma) sonra işte adidas yarım bot beyaz spor ayakkabılarım war, onları giyiyorum, bağcıklarını kapatmadan felan… yani böyle bir kız çocuğu düşünün…
sonra annem bayramda tutturdu kuzenlerle ben bir model etek kazak giyecekmişiz… anam babam ben kendimi attım yerlere tabi, rezil birşey yani. neyse ankara’dayız, yapacak birşey yok, mal gibi giyindik, boy boy kuzen, kız çocuğu… çıktık, wimpy’e gidip milk shake içecez (en büyük eğlencemiz o dönem) bir de ben her sene hep aynı çocuğa aşığım, platonik felam, içip içip bu tarz şeylerden konuşuyoruz, bir de blue jean dergisinden felan konuşuyoruz… neyse. Şimcik hüplettik milk shake’leri atladık otobüse, eve dönenzi. Olm bi teyze yaklaştı bize, çocuklar dedi, yerdeki birşeyi göstererek, bu sizin mi dedi… biz mal gibi yerdeki beze baktık, bu ne ki.. sonra ben bu bezin bizim eteklerden biri olduğunun ayrımına wardım. bombaya bak! olm meğer kuzenlerden birinin eteği düşmüş!!! :::::)))) koptuk tabi kişniyoruz. olur iş değil. etek düşmüş!?! ben zaten tiksiniyordum kostümden! cindy lauper, madonna ya özenirken bu yün etek-kazak ikileminde harbi sinirlerim bozuk!… neyse öyle işte… meğer bir süre böyle eteksiz dikilmiş bizimle afacan… :))) allahtan üzerimizde montlar felan vardıda kıçımızı kapatıyordu…
no ! no !
Sakar, göbekli, sevimli bir karakter; adı domdom. Bu suluboya eskiz hali… En matrak, çılgın macerasında bile papyonunu çıkartmaz (bakınca şimdi papyonu kırmızı üzerine beyaz puantiyeli de olabilirmiş). Belki şapkası da olur… Şortuyla tshirt’ünün arasından biraz da göbeği mi gözükse ne? :)
Ara ara 3-7 yaş için bir çocuk kitabı yazdığımı, illüstrasyonlarını da kendim çizdiğimi felan hayal ederim; sanırım bu domdom yardımıma geldi. Gerçek olamayacak kadar absürd kereta! :)
Hayır benim anlamadığım, mantıken benim orada ne işim var?
Yok ama ne zaman bu tarz birşey izlesem, egomun ve hayalgücümün ısrarı üzerine kendimi orada bulurum. “…and the winner is” (sanırım en iyi senaryo veya yönetmen) diye zarf açılır ve benim ismim anons edilir! Ödülümü almak için gözlerimden taşan gülümsememle sahneye doğru yürürüm… Allahım ne kadar da güzelimdir. Konuşmam da bir o kadar dokunaklı ve samimi olur. Önceden hazırlamış olmama rağmen, doğaçlama yapıyormuş havası veririm. Öyle ki izleyenler “vay anasını doğaçlama nasılda böyle güzel konuşabildi, ben olsam sıçardım..” der. Kameraman, ağlayan birilerini çeker… Bense öz konuşup, dünya barışı için de anlamlı birşeyler söyleyip, uzatmadan heykelciğimle sahnenin diğer tarafından çıkarım… Tören bitiminde, dışarda beni basın karşılar; o anda ne kadar zeki, zarif ve alçak gönüllü olduğumu heralde söylememe lüzum yoktur……….
Emeklemek zor işti... Ondandır işte çocuklar ilk yürümeye başladıklarında, kafalarının üstünde bir mutluluk haresi ve yüzlerinde ilahi bir gülümseme ile aptallaşmış gibi bize doğru yürürler.
Sonra ama daha! daha! diyen bacaklar koşmayı keşfeder. Hızlanmak, daha da hızlanmak, rüzgarı yarmak acayip bir duygudur! Çocuk bu keşifle deliye döner. Bacakları, yüreğinin hızına ilk zamanlar yetişemese de sonradan ustalaşır. Ondandır işte restoranlarda, düğün, derneklerde bir grup çocuk devamlı koşar… Hız yapar…
Sonra daha! daha! diyen bazı manyak çocuklar hız tutkularına bisikletle devam eder. Bisikletle yokuş aşşağı yapılan hız, adrenalin, korku, hiçbirşeyin yerini tutmaz. Benim sol dizimde izi halen durur…
Sonra büyünür ve klasik, arabayla hız yapılır….
Ama dahası da varmış! Cuma günü iş çıkışı daha! daha! diyen bünyem motorla tanıştı… Barbaros bulvarından aşağı doğru inerken kafamın üzerinde bir mutluluk haresi, yüzümde aptal bir gülümseme ile bir çocuktan farksızdım. Yol boyu “allahım çok zewkliiiiii!” diye inanamayıp, taksime kadar endam ettim. Ve o şaşkın gülümseme gece boyu dudağımda asılı kaldı…
Berlin’e gidince görmek istediğim bir yer de burası işte…
Evet, kendisi bir duvar ve BLU’nun işlerinden yalnızca biri.
Ve her zamanki gibi çarpıcı bir imge…
Düzenin kölesi haline gelen kafasız bir insan… Öldüğünün dahi farkına varamayan bu köle, halen kravatını düzeltmekle meşgul… Sahip olduğu iki saat aynı zamanda alışveriş çılgınlığını da simgeliyor. Ve pahalı, altın sarısı bu renk ne yazık ki artık hayatının tek rengi… Özetle; düzenin ve kendi yarattığı anlamsız zaman dilimlerinin kölesi olmuş bu ruh, Berlin’in bohem bir duvarında kanımca böyle can çekişmekte ve dile gelmekte….
Not :
Duvarın yapım detayları da aşağıda; umarım youtube açabiliyorsunuzdur…
Bu arada BLU’yu birkaç yıldır takip ediyorum ve bildiğiniz hastasıyım. En son Şubat 2010’da halen Buenos Aires’te bir duvarla uğraşıyorlardı… 2004-2007 arasındaki işlerini belgeleyen bir kitap da çıkartmışlar; bence super olmuş. 24 EUR satış fiyatı. Türkiye’de bir yerlerde(!) satılsa bari… Neyse aşağıdaki resme bir tıklayın ve web sitelerini ziyaret edin. Polonya, İtalya, İspanya ve daha birçok yerdeki şu duvarları bir inceleyin! Ben ilk gördüğümde delirmiştim….
Vallahi canım çekti, kolaj yapasım geldi, makasla uhu çıkartıp takılasım geldi… bir de aklıma elişi kağıdı geldi… napardık ki yaf biz onu? sınıfa götürmek için resim dosyama koyduğumu çok net hatırlıyorum da gerisi yok… televizyonda bir program vardı; origami felan… TV den izleyip, herşeyi anlatıldığı gibi yaparken, bir anda nedense anlamayıp mal gibi kalakalırdık… sonra mal gibi kalan bünye uhuyu alıp parmaklarına dökerdi… heeeee bak sınıfa götürdüğümüz elişi kağıdıyla ilgili birşey geldi aklıma! elişi kağıdı yeme şovları yapardık :)) “bak bak yiyorum şimdi!” diyip ağıza atılan elişi kağıdı ve “ıııığğyyyyyy” diye bağıran salak seyirci kitlesi……. nefisss.. ben yiyenlerdendim. neyse konuya dönersek kolaj yapıla kolaajjjjjjj…… tema, çocukluğunuz…….
Tabi ya, gırgır diye birşey vardı! Arada bir alırdın eline, halıyı bir güzel gırgırlardın… Ben severdim bu gırgır işini! Bazen de ayağını çekmeyen kardeşinin, ayağının üzerine-üzerine gırgırlardın… heh-hee:) gırgır tabi yaaa yawlum mithat! sen ne sandın?
Bir keresinde de yurtdışındayken de şöyle birşey görmüştüm; trafikte duran bir arabanın arkasında, nasıl tatlı bir bebe, böyle palyanço gibi giyinmiş, şeker şeker kikirdiyo… arabayı kim kullanıyo hesabı gözüm ön tarafı tarayınca abi ne göreyim; annesi de aynı şekilde giyinmiş, kafada kıvırcık peruk ve o palyanço burun! dedim budur yaaa.. etrafımdaki kokanalık yarışındaki, o çok bilmiş ve zorla yemek yediren gıcık anne tiplemesine bir haykırış budur işte! neyse haydin cheers,
Sokak ortasında bir kadın bar bar bağırıyor
Kendini arıyor, kendini soruyor, bağırıyor
Sesi kulaklarımda bir kurşun gibi patlıyor
Yalan da olsa haklılar diyoruz ama
Bu da yetmiyor
Gece yarısı vardiyada işçiler tedirgin üşümekte
İş’ten değil güç’ten değil içten üşümekte
Zaman geçmekte, zaman gecikmekte, zaman üşümekte
Yalan da olsa birleşiyorlar ama
Bu da yetmiyor
Gece yarısı bir müzisyen evine yine geç dönüyor
Taksi parası bile yok cebinde ama evine dönüyor
İki damla yaş geliyor gözlerinden cigarası sönüyor
Yalan da olsa zenginiz ya
Bu bize yetmiyor
Yalnızım yalnızlığım beni dinlemekte
Yalan da olsa ne var ki bu şarkıyı söylemekte
Yalan da olsa içimden bir bulut akıp gidiyor
Yalan da olsa mutluyum ya
Bu bana yetiyor
Söz-Müzik: Ahmet Kaya
Ahmet Kaya dinleyin biraz iyi gelir…
Ah bir de Burak Korucu’nun seslendirdiği versiyonunu bulabilsem benden mesudu olmayacak…
Yüreğindeki aşkın kor gibi büyümesi, onun tek bir sözünün yetmesi… hayal kırıklıkları, dikiş makinasının sesi, pişirilen çamsakızının o ürkütücü kokusu ve şeker olduğunu bilmenin garip duygusu, mahallenin sıcak, sana özgü belki ter kokusu… Her yaştan kadının, yaşı, dini, milleti olmayan duygularından oluşan, naif ve kadınlara dair bir film… “Benim Beyrutuma…” diyen o güzel gözlü yönetmene selam olsun…
Bir kez olsun benim de maria olmaya hakkım var!
mreyte ya mreyte…