Çarşamba, Aralık 30, 2009

oyuncağıma sarılıp uyusam mı acaba?

Bu hafta ne uykuya doyabildim, ne de uykusuzluğa dayanma limitimi zorlamamaya… (ne dedim vallahi ben de anlamadım, çok uykum var işte!) Gözümden uyku akıyor ama ben kendimi kaldıramıyorum bilgisayarın başından. Neden? Çünkü dün Arzu bana bir oyuncak getirdi; bir tablet ve kalem!!! Ve capcanlı almış olduğum tutorial sayesinde Photoshop’ta harikalar yaratmak üzereyim!!! De zor tutuyorum kendimi :P kihkih

Tabletle resim yaparken ağzımdan resmen görünmez salyalar akıyor ve ben içten içe tablete damlar diye korkuyorum… Bedenim ise zaten zevkten 4 köşe. Ha ağzım; eheh o kulaklarımda! Öyle ki dudaklarım gerilmekten ince birer ipe dönüştü ve dişlerim de kurusun diye asılmış çamaşırlar sanki…

Gözlerimden ise parlak mavi yıldızlar kayıyor. O kadar çoklar ki bana küçükken sahip olduğum mavi yıldızlı nevresimimi hatırlatıyor; sarılıp uyuyasım geliyor…

Pazartesi, Aralık 28, 2009

dumur incisi

Bugün servisle eve dönerken arkamda oturan abimiz, cep telefonunu kapadı ve yanındaki kadına dönüp; “Daha yeni gelmiş! hep geç kalıyor…” dedi. Teyze de “Evet, sabahları da geç kalıyor” diyerek onay verdi. Sonra adam gayet betimleyici bir sesle hükmetti; “Çorbası geç kaynıyor bunun”

Hööö…?
İç gıcıklayıcı bu benzetmeyi seweyim mi, tiksineyim mi karar veremedim… Kızın çorbası geç kaynıyordu… Bu esnada inciler dökülmeye devam etti; “Annesi saçını da hiç taramıyor bu kızın. Evlendirelim de kurtulalım bari, kocası ilgilensin”.

Hööö..?
Lan ne annesi, saçlara ne zaman geldi konu? Kocası mı ?? allaaaahım, kal geldi zihnime… Hangi kızdan bahsediyorlar?! diye düşünürken, zihnim kızı transit geçti ve kendi kabarık saçlarım geldi aklıma ve ben küçükken annemin bu saçları tarama çabası…

Bu esnada vardık; içimden “millet ne acayip” diyerek indim servisten. Eve gitmeden önce mandalina almak için marketin yolunu tuttum…

her yaş için bir kitap!

Read_2_by_bypolar_bear Pastaya mum dikeceğine, her yaş için bir kitap almalı insan!

Evet, evet! Super fikir! Ders kitaplarına girmem gerek bu buluşumla! ahahaha ::))

Yalnız 2 eksiğim var;
bir) bu icada eşlik etmesi gereken hızlı okuma yeteneği
İki) okurken orada olabilme kabiliyeti

Zira hem yavaş okuyorum, hem de okurken bi bakıyorum bi bok anlamamışım. Bu iki durumu geliştirdik miydi her yaş için iki kitap! diye yeni bir buluş da yaparım nıhahah ::::)

Neyse bu sene 33 kitap okuyacağım ;)
Yalnız çok rica ederim otuzüç derken dudaklardaki coşkuya dikkat… :X

Salı, Aralık 22, 2009

Bajar

bajar-300x300Bajar benim için “ilk dinleyişte aşk  oldu…

Internette dinleyip resmen aşık olunca, koşarak albümü satın almaya gittim. Albümü açıpta iç kapaktaki yazıyı okuyunca, beynimden vurulmuşa döndüm diyebilirim.

Google maps görüntülerindeki bir evi büyüteç ile işaretlemiş ve şöyle yazmışlardı;

“Sizler bu şarkıları dinlerken bu evde bir çocuk Mehmed Uzun okuyor. Şarkılarımız o çocuğa…”

O çocuk bendim. Gözlerim doldu. Ve ben kendimi bazen o kadar yalnız hissediyordum ki bu yazı yalnız olmadığımı söylemişti…

Albümü dinledikçe, şarkı sözlerini okudukça boğazım düğümlenmeye devam etti… İnsanın yüreğini delip geçen o kadar çok şarkı var ki… Ne harika bir iş yapmışlar anlatamam. En çokta Davetsiz Misafir i dinlerken artık daha fazla tutamadım, koyverdi gözlerim kendini…

Davetsiz Misafir
Çağırmışsın ey şehir
Duyuyorum, duyuyor
Sen kadim, bense acemi
Büyüyorum, büyüyor
Kamaştı gözlerim ışıklarından
Arandım sakin yollarında, geziyorum

Doğudan veyahutta Ankara’dan bile gelenler çoğu zaman böyle hissetmiyor muydu bu şehirde? Buraların yabancısı gibi / Buraya çalışmaya, varolmaya gelmiş birer davetsiz misafir gibi…

Yine ilk dinleyişte Emele ve Berfin de beni çok etkiledi. Örneğin Emele, çoğumuzun görmek istemediği hayatlara dair ne çok şeyi anlatıyordu… Müziği ise zaten muhteşem!

Emele
Evler yapıyorum sizlere, evler
Belki yoktur haberiniz
Yatıyor, kalkıyor, ev yapıyorum
Sigortasız, garantisiz
Akşamı ediyorum
Yoktur sizin haberiniz
Yatıyor, kalkıyor, ev yapıyorum
Bir aşağı, bir yukarı
Yüzlerce kat arasında mekik dokuyorum
Kimse sormaz halimi
Neden benim de yok bir evim
Bitap düşerim
Uykulu gözler azaptır bana
Gün kavuştuğunda geceye
Evde çocuklarım gelir kucağıma
Uyumak isterler koynumda, mümkün mü?
Herkesten önce dalarım uykuya
Unutmak ne mümkün o günü
Kirli bir kardı yağdı üzerimize
Diken oldu gülümüz
Unutmak ne mümkün
Harap ettiler köyümüzü
Küle döndü evimiz
Kiracııyız. Eski, harebe bir evde. Devrildi, ha devrilecek
On beş kişiyiz aynı evde
Anam babam, amca çocukları, maaile
Korkuyla dalıyoruz uykuya
Lakin bıraktık mı kendimizi uykunun kollarına
Saray yavrusu oluyor evimiz mübarek…

 

berfinBerfin’in bestesi Vedat Yıldırım’a ait, sözleri ise Vedat Yıldırım, Ferhat Güneş ve Murat Tambay ortak çalışması.

Bu parça, “Kardelenler” projesine de inceden dokundurmayı ihmal etmiyor bana göre. Şöyle ki; Berfin’in, Kardelen’e dönüşme riskini görüyor ve ana dilde eğitim hakkı gibi çok güncel bir temaya değiniyor aslında. Berfin’i dinlerken ayrıca ben İki Dil Bir Bavul’u hatırlıyor ve inceden gülümsememe mani olamıyorum… :)

Anlayacağınız Kardeş Türküler’in solistlerinden Vedat Yıldırım, bu projede hem sesiyle, hem de söz ve müziği kendisine ait şarkılarıyla (Emele, Davetsiz Misafir, Na na, İşporteci) bizleri sarsmaya devam ediyor… Biz de sarsılıyoruz!

Albümde bir de Orhan Gencebay şarkısı var; Elhamdülillah. Vedat Yıldırım ve Burak Korucu birlikte yorumlamışlar. Derde doyanların isyanı şu oluyor; “Rabbin bize pay ettiğini / almak kolay versene biraz”… Temaya uyumu bir yana dursun, bu şarkı da harika bir seçim olmuş! Orhan Gencebay seven rockçıların dikkatine özenle sunulur…

Bajar, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu bünyesinde oluşturulmuş bir proje aslında.

Bajar = Şehir
Nezbe = Yaklaş

Yani aslında Bajar(Şehir) projesi, Nezbe(Yaklaş) diyerek Kürtler’in metropollerde yaşama savaşına ve kültürel dönüşümlerine ışık tutuyor. Albümde, Türkçe, Kürtçe ve her iki dilin de kullanıldığı parçalar var. Bu da çok kültürlü duruşun ve kardeşce bir arada yaşamanın doğal bir sonucu esasen…

Projenin notlarını, merak edenler detaylı okur; ancak ben dayanamayıp ilk paragrafını buradan paylaşmak istiyorum;

“Türkiye’de 90’lı yıllarda yaşanan iç savaş ortamı, birçok Kürdün zorunlu göçe maruz kalmasına ve metropollerde ciddi bir Kürt nüfusunun birikmesine yol açmıştı. Bu alelacele ve zamansız yolculuk geleneksel yaşam biçimleriyle yaşamlarını sürdüren birçok insanı metropol hayatıyla ansızın baş başa bırakmış; insanların yaşamlarında dönemsel bir belirsizliğe sebep olmuştu. Geçen on beş yıllık süreç, birçok Kürdün yaşam tarzını, çalışma hayatını değiştirdi. Gözlerini metropol hayatında açan yeni bir genç nesil, popüler kültürel değerler ile aile-akraba ortamlarında aldıkları değerleri bir arada yaşıyorlar. Yaşlı kuşaktan insanlar ise köye dönüş beklentilerini, resmi ve sivil toplum örgütlerindeki hantallıklar nedeniyle ertelemiş durumdalar...”

 

Bunca yazıdan sonra belkide projenin en iyi özetini, beni de ilk etapta bu albümle tanıştıran Özgür ruh yapmıştı;

“Fırat suyu Marmara’ya karışsın, kendi dilinde şarkı söylemeli ozan. Sıkıntılı günlerde Bajar derde deva, akla şifa. Kürtçe - Türkçe folk rock.”

Peki ne hissettin diye sorarsanız;

Yaşam tarzına dönüştürdüğümüz Rock müziğinin Kürtçe - Türkçe dile geldiğini duymak muhteşem bir deneyim oldu! Bu albüm belki de iki kültür, iki dünya, iki dil arasında sıkışmış, kaybolmuş binlerce gencin ruhuna şifalar getirdi… Ne hoş etti, hoş geldi!

Pazar, Aralık 20, 2009

şapka şapka şapka

Bu ara -ne bu arası yahu son 2 senedir- şapka almak istiyorum! Ama bilmediğim bir sebepten dolayı almıyorum!? Ne oldu cınım şaşırdın mı? Resmen durum bu ama... Almayıp, almayıp, şapka istedikçe, delirir miyim diye kendimi sınıyorum sanırım. Dün sonunda bu şapka çiçeğini çizince, durumumun ciddiyetini koruduğunu anladım…

Cumartesi, Aralık 19, 2009

düşerken

Sevgi sarmalının içinde uçuşan bir tüy gibiyim. Sanki alttan sevgi üflemişler ve ben çok yükselmişim gibi titrek bir mutluluk var üzerimde. Birazdan düşüşe geçeceğim, hoş düşmek bile umrumda değil. Pamuk şekerinden yapılmış bulutların tadı damağımda. 
Dibi tutmuş hüzne düşmeden hemen önce, ben toz pembe yalanıp, gülümsüyorum…

Not: Geçtiğimiz haftasonu, ailemi ziyaretten dönüşte yazmıştım. İlerde yaşlanıp unutmadan, bu kağıt kaybolmadan buraya da not etmek istedim.

Perşembe, Aralık 03, 2009

taharet musluğu

TOILET_by_Dian3 Taharet musluğuna istek üzerine değinmek isterim dostlarım. Ne de olsa rönesansı ve nice reformu göğüslemiş avrupa devletlerinin, bizden görmelerine rağmen, halen kendi ülkelerine götürmediği bir buluştur taharet musluğu… Bu durum bizi hem üzmekte, hem de kıllandırmaktadır. Çünkü kebaptır, dönerdir alıp başını dünyaya yayılırken taharet musluğu henüz hak ettiği yere gelememiştir!

Aynı suyu eline, yüzüne götürmek için musluk yapan avrupai zihniyet, nedense aynı ihtimamı götüne göstermemektedir. Bunun sonucunda her dakka duş alarak temizlenme yoluna gitmekte, belkide suyu boşuna heder etmektedir!? ::))

Taharet musluğunun bana sorarsanız en önemli KPI’ı / performans göstergesi “açı”sıdır. Açısı iyi ayarlanmış bir taharet musluğundan daha güzeli şamda kayısıdır.

Bazı ayıların taharet musluğuna sıçtığı da tarafımıza ulaşan üzücü bilgiler arasındadır. Ancak her meslek grubunda mesleğini kötü icra edenler olmaktadır. Bu tüm Türk Milletinin taharet musluğuna sıçtığı anlamına gelmez. Gerek hijyeni, gerekse açısı bakımından hakkını vererek mesleğini icra eden nice vatandaşımıza büyük haksızlıktır bu tip iftiralar.

Böylesine boktan konulara girmek istemezdim… Ancak gençkene -hayallere dalacak kadar gençkene- “Zort” diye bir mizah dergisi çıkarttığımı hayal etmiştim… Büyük puntolarla “Zort” yazacaktı… tam altında da şöyle diyecekti: “Götünüzün Hür Sesi!”. Yani diyeceğim odur ki bu tip konuları konuşmak, tartışmak gerekmektedir. Taharet musluğu bir tabu değildir!

P.S.
Ayrıca bir gün olurda zort diye bir dergi çıkartırsam, bu yazı dergimde hakettiği yere kavuşacak, bilimsel makaleymişçesine saygı uyandıracaktır… :)) ehum ehum

Çarşamba, Aralık 02, 2009

bölünme denklemi

Sanki ikiye bölünmüş kafam ve enerjim.
Gerçektende gece ve gündüz gibi ikiye bölünmüş haldeyim…

“Günün ilk yarısında para kazanıp, kalan kısmında nefsimi eğlendirmek…”   işte benim denklemim..!

Gündüzleri uyutuyorum içimdeki çocuğu, renkli kalemlerimi, zihnime akan şiirleri, isteklerimi… Tek ayak üstünde bekletiyorum kafam çok atarsa!

Zaten dinlediğim yok hiçbirini; ben gündüzleri işe dalıyorum, saati unutuyorum…

Sonra günün diğer yarısı başlıyor; eve geliyorum…

Çocuk uyanıyor ve gözlerini ovuşturup bana gülümsüyor. O gülümseyince bazen hüzünleniyorum…

Yine de her seferinde gülüşüyle aydınlanıyor etraf. Ve bir tek ben görüyorum gökyüzünün siyaha vedasını ve berrak mavi başlayan cıvıltısını…

Para ile olan ilişkimi sorguluyorum…Ne için yaşıyoruz? Enerjim yetmiyor, yorgun düşüyorum.
Derken günün en narin anı gerçekleşiyor; tan ağarıyor. Artık ne gece, ne gündüz… O narin geçiş anında biraz olsun uyumak istiyorum. Herşeyi böylece bırakıp uyumak…

 

Redd - Tamam Böyle Kalsın
Nereden bakarsan bak hiçbir şey değişmez
Kötü bir roman gibi hikaye bir türlü gelişmez
Nasıl biliyorsan bil şartlamış bizi hayat
Bazen taze hissedersin bazen bayat
Sorgularken kendini uykudan hemen önce
Gücünü almıştır dünya parayı keşfedince

Ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın
Tamam böyle kalsın…

Neye inanırsan inan hepsi bilmece
Çözmeyi unuturlar sıra sana gelince
Biri yapmış bir resim ona benzeyeceksin
Çizgilerden taşarsan pek sevilmezsin
Kahveyi bile saat yönünde karıştırırken
Kravatını düzeltirsin emrini yudumlarken

Ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın
Tamam böyle kalsın…

Pazar, Kasım 29, 2009

Yıldız Tozu

Moviemax’te birkaç seferdir bana göz kırpan Stardust’ı sonunda dün gece izledim. Planım önce kitabını okumaktı ama dayanamadım artık… Türkçe’ye Yıldız Tozu olarak çevrilmiş; ben çok sevdim bu çeviriyi! Kitabı okuyanlar filmi çok beğenmemiş klasiğini duymakla beraber ben filmi gayet beğendim ve inanmayacaksınız ama halen kitabını da okumaya niyetliyim.

starduststardust_03


Neil Gaiman ile tanışmam ise bana Gözde’nin hediyesi esasen. Yazarın son kitabı “Mezarlık Kitabı” bir nefeste okunuyor. Kitabın ilk sayfasında ise Neil Gaiman için şöyle diyor;

mezarlik_kitabi “Bugüne kadar pek çok bilimkurgu, fantezi romanı ve çizgi roman yazmış olan Neil Gaiman 1960 yılında İngiltere’de doğdu. Sandman serisi, Yıldız Tozu, Amerikan Tanrıları, Bir Kıyamet Komedisi, Neverwhere, Koralin yazarın öne çıkan eserlerinden başlıcalarıdır. Hugo, Nebula, Bram Stoker ve Newberry Medal gibi pek çok ödül kazanan yazar, hayranları tarafından edebiyat dünyasının ‘rock yıldızı’ olarak görülmektedir.”

Pazar, Kasım 22, 2009

renklerle portre

deforme olmuş hayatlar, gözler, ifadeler, dudaklar, söylenmesi gereken sözler, kaçak sevişler, hüzne bulanmış duruşlar, kusurlar, isyan eden hisler, s1 gözüyle renklerle birleşince;

 

“Yap Gitsin!”, yeni sloganım bu işte. Birkaç ay önce özel bir insan anlamamı sağladı… Eskiden o kadar ciddiye alıyordum ki hareket bile edemiyordum, kaskatı kesilmiştim… Şimdiyse içimden mi geldi çiziveriyorum. Canım yeşil mi istedi, mor mu, mavi mi hemen katıveriyorum, katıp karıştırıyorum, kendi kendime takılıyorum….

İki Dil Bir Bavul

ikidilbirbavul

Uçsuz bucaksız bir arazide çitlerle çevrilmiş bir okul, kapısı kapanmayan bir sınıf, eğitim verme çabasıyla ironik bir kahramana dönüşen yeni mezun bir öğretmen, hem öğretmenin hem çocukların sınıftayken ve yinede kendi ülkelerinde birer yabancıya dönüşmeleri, herşeye rağmen “el-ele” verip öğrenmeye çalışan mahçup yavrular, yokluk ve çoraklık ile bezenmiş bir coğrafya, kocaman bir gökyüzü, iki dil bir bavul…

Filmde, Denizli’li Emre nin üniversiteden mezun olup bir Kürt köyüne atanması sonucunda yörenin çocuklarına öğretmenlik yapma macerasına tanık oluyoruz. Belgesel tarzında bir uslüp benimseyen film, Emre’nin köyde geçen 1 yılını anlatıyor; politika yapmadan, ıvır zıvırla doldurmadan…  Emre de çok samimi, filmdeki diğer herşey gibi neyse o işte… İzlerken hiç sıkılmıyorsunuz, film adeta akıp gidiyor. Böylesine sade bir dille ve sadece olup biteni anlatarak bunca önemli mesaj içermesi bence filmin çok büyük başarısı.

İzlerken yörenin koşulları, yokluk ve yoksulluk hali içinizi dağlıyor… Durumu inkar edemiyor, kaçamıyorsunuz. Diğer yandan çocukların o mahçup halleri yüzünüze buruk bir gülümseme zımbalıyor. Filmin final sahnesinde bu buruk gülümseme doruğa çıkıyor ve öylece işte salonu terk ediyorsunuz…

Filmden çıktığımdaki hislerim; Zülküf’ü alıp gıdıklayasım vardı örneğin… “Nasıl hayır lan?” diye esprik yapıp durdum… Bu arada film, Altın Portakal En iyi İlk Film Ödülü, 16. Altın Koza film festivali Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü vb. ödüller almış.

Konusu beni zaten cezbetmişti… Aldığı ödülleri duyunca merakım arttı… ama esas fragmanını izleyince “tamam!” dedim ve gittim… İyiki gitmişim! Ankara Üniversitesinde tanışmış bu iki yönetmen Orhan Eskiköy ile Özgür Doğan dillere destan bir iş çıkartmış…

Buyrun fragmanı (aşağıdaki video çalışmaz ise imdb’den de fragmanını izleyebilirsiniz…) :

 

Filmden kareler:

iki-dil-bir-bavul2 iki-dil-bir-bavul  iki-dil-bir-bavul3 2-dil-1-bavul Iki-Dil-Bir-Bavul-0 Iki-Dil-Bir-Bavul-6Iki-Dil-Bir-Bavul-11 iki-dil-bir-bavul4Iki-Dil-Bir-Bavul-14 iki-dil-bir-bavul5

Not: Yıldırım Türker’in Radikal’deki yazısını da mutlaka okuyun, harika yazmış…

Cumartesi, Kasım 21, 2009

kitty litter

Bu seneki Placebo konseri bu muhteşem şarkıyla başlamıştı. Şimdi dinlerken düşünüyorumda soluğumuzu kesen bir başlangıçmış; özelliklede o ses düzeninde…

Placebo_vol_1_0_by_ohpSes öyle güçlüydü ki sanki sahneden taşıp Kuruçeşme’nin toprak zeminine dökülüyordu… Oradan usul usul ilerleyip bizi teslim alıyor, bununla da yetinmeyip gökyüzüne hükmediyordu!
Yukardan bakıldığında belkide o gece boğaza rock karışıyor, İstanbul’un tüm tepeleri delirmiş gibi kafa sallıyor ve isyan doruğa ulaşıyordu…

Pazar, Kasım 15, 2009

Kıskanmak

kiskanmakKıskanmak, 1930’lar Türkiye’sinde geçen bir dönem filmi. Nahid Sırrı Örik’in aynı isimli eserinden uyarlanmış. Senaryosu da Zeki Demirkubuz’a ait.

Tanıtımlarda film için “Çirkin olan Seniha nın güzel yengesi Mükerrem e karşı hissettiği kıskançlık duygusu üzerine kurulu” diyordu. Ancak izlerken kıskanma duygusunu çok hissetmiyorsunuz. Daha çok hayattan vazgeçmiş, neredeyse kurumuş, ancak sonradan anlaşılan bir sebepten abisinden intikam alan Seniha’yı izliyoruz… Bir sahnede Seniha’nın Suç ve Ceza okuduğuna şahit olsakta daha sonra bu konuda net bir ilişki kurulmuyor; bu seyirciye bırakılıyor. Fazla diyalog olmasıyla film bence izleyiciyi çok zorlamış. Ancak kurulan atmosfer, kostümler, ev, kalfalar ve birçok detay insanı cidden o döneme götürmeyi başarıyor.

Nergis Öztürk, filmdeki “Seniha” rolüyle altın portakal en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Hakikaten Seniha karakteri, eline geçen fırsatı trajediye dönüştürerek bir anlamda insanlığın da çirkin, soğuk ve karanlık yüzünü iyi temsil ediyor. Bu açılardan Kıskanmak, karanlık bir film olmayı başarsa da yönetmenin diğer filmi Kader de olduğu gibi yüreğimize işlemiyor.

delirmek ya da delirmemek… işte bütün mesele bu!

Dünyanın tüm vaktine sahip olmak ve düşünmek insanı cidden delirtebilir. Bu yüzden bence ortak akıl zihnin uyuşmasını ister…

Zihni uyuşturan aktivitelerse çok… En populeri TV izlemek! Eve gelir gelmez aptal kutusunu aç, bütün gece karşısında otur, ee ne oldu? TV’den uyuşan akıl deliremedi… Anne-baba olmak da benzer bir uğraş; yine içindeyken deliremezsin. Çünkü anne/baba olmak kahraman olmak gibidir ve kahramanlar asla ağlamaz veya delirmezler… Delirmek lüksdür zaten; tutkulu bir seks gibi lüks…


Zihni uyuşturan tüm bu aktivitelere %100 takılmak veya tamamen delirmek sorun değil. Bence gerçek sorun arada kalmak! Çünkü arada kalan ruh, çoraptan çıkan kaçak parmak gibi... Hem içinde, hem dışında olmak ister. Hem düzeni arzular, hem de ruhu muhaliftir. Ruhu defolu, defosu deliliktir… Çoğu arada kalan ruh şunu da iyi bilir; tümdende delirmeye cesareti yoktur… Hal böyle olunca canlarım, part time deliliktir arada kalanların gerçek mesleği. Yarı akıllı, yarı deli, yuvarlanıp gitmek bu hayatta…



MFÖ’den “bazen” dinliyorum ve elimde olmadan böyle sıkıcı şeyler düşünüyorum… siz yapmayın…


Bazen
Güneş doğar
Güneş batar
Ama insan uyumaz bazen
Düşünür
Geceler kısa
Çabuk geçer
Ama insan uyumaz bazen
Düşünür
Deniz masmavidir ne güzel
Ama insanlar görmez bazen
Şiirler şarkılar masallar
Ama insanlar duymaz bazen
Üzme kendini
Ümitsiz gibi
Sevenin var bak
Ne güzel

Çarşamba, Kasım 11, 2009

hobilerle evlenmek

Aynı hobiyle insan bir ömür boyu devam edebilir mi? Bakıyorum bazı arkadaşlarım çok tutarlı; örneğin birlikte başladık ama dalış onların halen hayatlarının bir parçası…Bense 5 yıldır dalmıyorum. Dalışın yeri ayrı olsa da artık yapasım yok… Onlara rastlayınca düşünmeden edemiyorum; bir hobi insana “ahhaa! hayatımın hobisini buldum, ölene kadar bunu yapacağım, çok mesudum..” felan dedirtebilir mi? Yani insan bir nevi hobisiyle de evlenebilir mi?

Yeni hobilerime yelken açalı çok oldu… Bu sefer en çokta çocukluğuma ait hobilere döndüğümü farkediyorum. Ne diyeyim bir ömür sürer inşallah ;) kehkeh

Nottiri hanzo: Madem çocukluğa döndük, ahanda Seyyal Taner’den Naciye sizeee! Ben küçükken hastasıydım bu şarkının, duyunca dayanamaz, kalkıp oynardım ::)

Salı, Kasım 10, 2009

dancing queen diş çıkartıyor…

Yau bunu yayınlamasam mı dediydim ama yok yani ölümsüzleşmesi gerek bu gecenin……

DISCO_FEVAAA_by_fuckitznikki Geçtiğimiz haftasonlarından biriydi; Mor ve Ötesi konserinde mutluluktan sarhoş olmuştuk… Konser bitince ağıldan tepişerek çıkan kuzular gibi Ghetto’dan dışarı dağıldık. Meee’liye meeee’liye taximin başına kadar yürüdük. Ordan Didemcanı aldığımız gibi kuzudan öküze dönüştük. Yol biraz üzerimize çöktü ya da bize öyle geldi. Öküz gibi soluduk yol boyu… Sonsuza kadar yürüdük. Nasıl olduysa sonunda vardık Roxy’e. İçeri girdikten sonra benim için kollektif yaşam bir anda bitiverdi. Sürüden ayrıldığım gibi müzikle birlikte öküzden dancing queen’e dönüştüm! (yeebaby!) Bir ara baktım Serdarcan’la Didemcan halen öküz gibi dans ediyorlardı ahahahaha :) (şaka lan şaka onlar da afillilerdi şşşş…)

Sonra işte Ebru geldi, onun arkadaşları geldi, Didem’in arkadaşları geldi ve onların da arkadaşları derken pistin sol tarafı tamamen bizim arkadaşlarımızla doldu… Biz bize eğlenirken işte sonraaa --- oOofff uzun lafın kısası; anacım o kadar çok eğlendik ki ben Serdar’ın dişini kırdım :))) oh, söyledim...
The End

Nottiringens:
ertesi gün koşarak diş doktoruna gitti tabi kuzu. Bir de ben üzülürüm diye düşünüp kimseciklere bahsetmemiş.. ay cınıııam... / Aynı saatlerde ben ise Didem i arayıp, kızıııııaaaam nasıl kırdım serdar ın dişini ama ahahhaa diye anırmayla gülme arasında kararsız sesler çıkartmakla meşguldum….

(heee anladım; siz nasıl kırıldığını da merak ettiniz… Anlatayım; işte efenim senin biran, yok o benim biram felan diye bira dalaşı yaparken oldu/muş, tamda hatırlamıyorum :)) ahahaha ama ön dişlerden biri işte böyle ucundan azcuk koptu.. :::)))kuhkuhkuuhh)

(hatta bir rivayete göre ben kırmadım o dişi, o kendi kırıldı…)

(en komiğide; serdarın şu teziydi: şimdi bu diş ucundan kırıldı ya, bu yüzden kalan kısmını da kesip boydan düzlemeleri gerekecekti. böylece serdarcan ın ön dişlerinin boyu bayaaaaa kısalmak zorundaydı… ve başka yolu yoktu! kesin böyle olacaktııııı!? :)) hehehehehe)

(tabiki esas tezimiz -bulabilseydik kopan parçayı- onu oraya yeniden yapıştırmaktı… ama güçlü bir yapıştırıcı gerekirdi. Çünkü birşeyler yerken o parça yine yerinden çıkıp yemeğe karışabilirdi ve yanlışlıkla yenmesi an meselesiydi…)

(ama sonuçta yani bizim tahminimize göre o kopan parçayı da birayla içmiştik ve barda yerlerde aramanın lüzumu yoktu…)

Pazartesi, Kasım 09, 2009

şovenist masturbasyonlarınız yetti ama aaa!

Peace_by_STUPIDxochi Yazmazsam çatlayacağım! Son günlerde çeşitli söylemlerle doğuluları, kürtleri, ermenileri vs. aşağılayan, barış ve kardeşlik türküleri yaymak yerine faşizm çığırtkanlığı yapan herkese acaaaaaaaaaayip kılım. Hatta meraktayım; az gelişmiş bu zihinlerin kutuplaşma merakı nereden geliyor? Buram buram ırkçılık kokan bu şovenist mastürbasyondan nasıl zewk alınabiliyor? Hangi yüzyılda yaşıyor bu insancıklar?

Geçtiğimiz yüzyılı Mehmed Uzun, “Nar Çiçekleri” isimli Çok Kültürlülük üzerine yazdığı denemesinde şöyle değerlendirmişti:

“Şu yüzyılın bize, insanlığa armağan ettiği şeylere bakın; iki dünya savaşı, sayılamayacak kadar çok -diğer halk, kültür ve gruplara karşı savaşların neden olduğu- açlık, kıtlık, sürgün, göç, pogrom, Auschwitz, Hiroşima, Nagazaki, Sibirya, Lubyinka, Halepçe ve daha neler neler… Sanki dünya, dünya değil bir ölüm tarlası, ölüm üreten, ölüm saçan bir makina…
***
Hala cayırdayarak yanan bu kanlı yüzyılın bitmesine beş yıl kaldı. 2000’li yıllar kapıda. Yüzlerce müsibete rağmen hiçbir ders çıkarılmamış gibi milliyetçilik, etnik temizleme, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık sürüp gidiyor. Irak’ta kanlı bir diktatör tüm bir şehrin üstüne saldığı zehirli gazlarıyla 5000 Kürdü, tüm bir şehrin sankinlerini katlediyor. Almanya’da ırkçıların tutuşturduğu evlerde Türk aileleri diri diri yakılıyor. Yine ırkçılar dünyanın her yanında Musevi mezarlarını ve sinegoglarını yakıp yıkıyor, katledilmiş Musevilerin bir mezara bile sahip olmasına tahammül edilmiyor. İsveç’te ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde yabancı düşmanları camileri, göçmen derneklerini, lokallerini bombalıyor. Fransa ve İngiltere’de ırkçılar bir zamanlar Fransa ve İngiltere kolonileri olan Magrip ülkelerinden ve Hindistan, Pakistan, Uzak-Doğu’dan gelen göçmenleri toplumdan dışlamak için herşeyi yapıyor. Bosna’da Müslüman Boşnak köyleri tümden boşaltılıyor, sakinleri toplama kamplarına dolduruluyor, Avrupa’nın en önemli çokkültürlü merkezlerinden biri olan Saray Bosna durmadan bombalanıyor, ekmek kuyruğunda bekleyen halk bombalarla katlediliyor. Türkiye’de hiçbir kültürel hakka sahip olmayan Kürtlerin, isimleri çoktan türkçeleştirilmiş 2000 civarında köyü topyekun boşaltılıyor, ormanlar yakılıyor. Çok renkli bir mozaiğe sahip Lübnan’da dini ve etnik gruplar birbirine düşman hale getiriliyor. Doğu Avrupa, Baltık ülkeleri, Kafkaslar, Asya, Orta-Doğu, Afrika, Uzak-Doğu, Tibet, Çin, Latin Amerika, ABD… her yerde milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığının tutuşturulduğu alevler, gökleri saran dumanlar. Ve timsah gözyaşları. Rusya’nın Sırplar için, Türkiye’nin Boşnaklar için, İran’ın Azeriler için, Irak’ın Filistinliler için, Fransa ve İngiltere’nin çeşitli ülkelerdeki Hıristiyan azınlıklar için, daha başka ülkelerin de “biz” kategorisinde gördüğü başka gruplar için döktüğü timsah gözyaşları. Kapısının önü kir, pas ve tozdan geçilmeyen kötü ev sahibinin komşularının kiri ve pası için kopardığı kıyamet. Normal hale getirilmiş bir ikiyüzlülük, riyakarlık ve yalan. Kanla birlikte dalga dalga genişleyen ve herşeyi boğan yalan.”

Peki bu yüzyıldan umutlu muyuz..?

İşte benim umudumu en çok şu kırıyor; okumuyoruz ama ne çok konuşuyoruz… Eminim yukarıdaki bir paragrafcık yazıyı bile üşenip okumuyoruz. Bırakınız son 100 yılı, yakın geçmişimizi dahi bilmiyoruz ve bundan da utanmıyoruz. Bu yüzyılı da böylece heba ediyoruz. Hiçbir bilimselliğe, veriye dayanmayan, insanlığa sığmayan laflar edip, “diğer”imizin haysiyetiyle oynuyoruz.

Biz-Onlar çıkmazında kendi “biz” ine kafayı takmış ve onların “biz” ini tehdit sayan herkesin durup biraz düşünmesi gerekmiyor mu..?

Mehmed Uzun’un aynı eserinden bir alıntı daha yaparak konuyu kapatıyorum. Sorumun cevabına gelince; “insan”ın olduğu her yerde umut da yeşermez mi?

  • “İnsani, kültürel diyalog;
  • etnik, kimlik ve kültürel hakların sonuna kadar serbestliği, sonuna kadar kullanılması;
    bölünme, bölücülük değil, yerelliği koruyarak, farklılığı teşvik ederek, renklendirici işlevini görerek, harcı eşitlik ve özgürlük olan daha üst, daha güzel, daha renkli birlikler;
  • etnik aidiyetle değil, yasal ve demokratik vatandaşlık bağlarıyla oluşturulmuş bir eşitlik;
  • diller, kültürler, dinler ve gelenekler arasında, herbirinin farklı mantığını, üslubunu, tarzını koruyarak, edebiyat, sanat, müzik, kültürel ortaklık, tarihsel bağlarla kurulmuş sağlam köprüler;
  • başkalarının da onurunu, haysiyetini, geleceğini, dilini, kültürünü hesap ederek, onların bir tehdit unusuru değil zenginleştirici bir canlı varlık olduğunu bilerek, insanlığın ve doğanın o müthiş uyumuna saygı göstererek kendi “bizimizi” düşünmek.

Yani sadece insan olmak, başka hiçbir şey değil.”

Perşembe, Kasım 05, 2009

hayal-perest

retro_by_Alraunie Ortaokuldayken odama çekilip saatlerce müzik dinlerdim. Boş geçen bir zaman değildi bu benim için. Aksine herşeyimdi. Müziğime kavuştuğumda dünyanın da hakimiydim. Yatağıma uzanır, saatlerce hayal kurardım. Tavana bakardım, duvarlardaki posterlere bakardım. Bazen de gözlerimi kapatırdım; böylece hem müziği, hem hayallerimi daha iyi duyardım.

Dedim ya hayallerim vardı benim ve açıklanamaz bir enerjim. Coşkuluydum. Henüz yolun başındaydım. Yaşam, bütün cazibesiyle önümde serilmiş yatıyordu ve ben gidip ona sahip olacaktım. O bana değil! Yaşamak denilen işle gerçekten ilgiliydim. Tutkulu ve cesaretliydim. Daha 18 olacaktım. Daha neler, neler olacaktım. Gözlerimi kapatmam yeterdi…

32 yaşımda ise yaşam, artık bana sunulan bir gizem değilde, maskesi düşmüş bir şarlatan, fazla hızlı çözdüğüm bir matematik sorusu gibi... Geçebileceğim bir sonraki soru yok sanki. Hayatta fazla ileri gitmişim gibi. Öyle ki gözlerimi kapatmama rağmen hayal kuramayacak kadar ileri gitmişim…

dream on dinleyin biraz iyi gelir…

Cuma, Ekim 30, 2009

dikiş kutusu

dikis_kutusu copyİçinde çeşitli şeyler olurdu; toplu iğnelerin bir arada bulunduğu bir kutucuk, makara ipler, dikiş iğneleri, kopçalar vs. Dikiş iğnelerinin bazısının iliğinden ipi sarkardı, ucu çift veya tek düğüm. Bazı dikiş iğneleri makara ipe tutturulmuş beklerdi… Sonra tahtadan yumurtaya benzer birşey olurdu, sanırım o yama operasyonu içindi.. Düğmeler olurdu bolca, gösterişli düğmeler, standart düğmeler, önlük yakasına, gömleğe ve  çoğu yere uyabilecek beyaz düğmeler.. sonra bir de don lastiği olurdu. Eşofmanın beline bazen bu don lastiğinden geçirmek gerekirdi. Beli çok sıkı olursa anneniz bunu gevşetirdi.

Bizim dikiş kutumuz da böyle resimdeki gibi tahtadandı, iki katlıydı. Sağa ve sola doğru açtınmı alt kısmındaki kat ortaya çıkardı ve orada her zaman büyük bir makas olurdu. Bu makas sadece dikiş için kullanılırdı ve sizi ne kadar cezbederse cezbetsin bu makasla kağıt (elişi kağıdı, gazete vs.) kesmek olmazdı…

Perşembe, Ekim 29, 2009

PJ Harvey ve Bjork’ten “Satisfaction”

Bjork’un vahşi vokalı ve PJ’in karizmatik duruşu ve ses tonu ile nefes kesen bir performans bence... pj videoları araştırırken gözüme çarptı; yeniden dinleyeyim hatta paylaşayım istedim:

Video ile ilgili gereksiz bilgiler sinsilesi:
sene 1994
orga Brit Awards müzik töreni
şarkı Rolling Stones’dan “Satisfaction” 
nakşeden (o ne lan) Bjork ve PJ Harvey………….

Salı, Ekim 27, 2009

sigara

İş çıkışı, kışa teslim olmuş, kararmış havayı içime çekince yüreğimde bir sızı duydum. Canım sigarayı en çokta böyle yaşlı, huysuz ve yalnız hissettiğimde çekiyor. Halbuki tadını dahi sevmiyorum. Eve değilde taksime gidesim var… ama ben her zamanki gibi evin yolunu tutuyorum çünkü hava çok soğuk ve kıyafetim pek uygun değil ve bahanem çok… Eve varıncada pek birşey yapmıyorum, gece üzerimden öylece akıp gidiyor.

PJ Harvey dinleyin biraz iyi gelir: this mess we’re in

Pazar, Ekim 25, 2009

ayılığımızın sınırları

Bear_by_marimoreno pazar sabah (öğlen yani 12-1 gibi) uyanıp, hiçbirşey yemeden 1-2 saatde televizyon karşısında devrilip sonra kahvaltı olarak eve pizza getirtmek bir ayılık örneği olarak gösterilebilir…

Peki ayılığımızın sınırları neler..?

top gun

top_gunTop Gun diyince aklıma gelen ilk sahne (uçaklar felan dışında); güneşli bir hava, uzun bir yol, tom abimiz hızla motorsikletiyle gidiyor, bir evin önünde duruyor ve tutkulu bir kavga felan ediyor kızla..

Dün goldmax’te Top Gun’ı görünce en son 100 yıl önce izlediğimi farkederek haydin dedim bir kez daha izleyeyim… Ve bakınız neler farkettim; abicim bu tom cruise’ın kapıştığı bir pilot wardı hani okulda. Meğer o Val Kilmer’mış! Sonra tom cruise’un kankası vardı hani 2.pilot, onun sarışın birde karısı vardı… oda Meg Ryne çıkmasın mı… yemin ederim ben farkında değildim! Görünce ağzım açık kaldı…

Küçükken dinlediğim ve sözlerinden bir bok anlamadığım şarkılar düştü sonra aklıma… Bunlardan bazılarını 100 yıl sonra dinlediğimde yine benzer bir şok yaşamıştım. Ya şarkının sözleri yanlıştı ya da ben kendi yarattığım ingilizceyle söylemiştim bu şarkıları, hem de yıllarca…

sonra medar geldi aklıma… küçükken hani yazlıkta bazı geceler tüm gençler toplaşırdık çünkü birisi şarkı felan söylerdi, gitar çalardı… işte bu medar da laşantami kantare söylerdi… bizde vay anasını tadında ağzımız açık, mal gibi izlerdik onu. (ayrıca akordiyon? çalardı…) Neyse çoook sonraları öğrendik ki meğersem herif sözlerini sallıyormuş yaaa! ahahahah :)

Cuma, Ekim 23, 2009

menemen vs. omlet

Cevap: menemen
Boşuna omlet homlet diyip, bana o mantıkısızı savunmayın! Köklerinize dönün, önce kendinizi sevin, arkasından menemen gelecektir… bir kere menemen sevmek, ananızı-bacınızı, bubanızı-gardaşınızı daha çok sevmektir... Ekmeğinizi çekinmeden banın menemene, parmaklarınızın ona dokunmasından korkmayın… Dünyanın en güzel menemeni Alaçatı’da yapılır. Ona, beyaz peynir, lezzet fışkıran domatesler, çıtır biberler ve daha kimler kimler eşlik eder……………

_Enjoy_your_breakfast__by_nocturnalMoTH

Kral Homlet ve Emekçi Menemen arasında bu tip kapışmalar yaşana dursun biz gel gelelim Sir Rafadan’a… Olaylar karşısında bazen çok katı, bazen de biraz cıvık olduğu doğrudur. Ama bu Sir Rafadan varya aslında yavşak yımırtanın önde gidenidir! Kendisini hiç sevmediğim gibi olurda bir gün görürsem çatalla şişleyeceğim zihnime ulaşan diğer bilgiler arasındadır.

Çarşamba, Ekim 21, 2009

kaybolan çorap…

Sock_by_Vamb bana küçükken sıklıkla olurdu; ayaklarım mı küçüktü, çoraplar mı büyüktü yoksa ben çılgın mı uyurdum orasını bilemiyorum. Gerçek sebep sonuncusu ise korkun efendim benden! zira son günlerde evde üşüyüp çorapla uyuyorum ve  uyandığımda ise bir bakıyorum çoraplar ayaklarımda yok!? ahaha:) dün hele bir uyandım, bir ayağımda çorap var, lan diğerinde yok?!…

Cumartesi, Ekim 17, 2009

mor ve ötesi mutluluk

Mutluluk, bu akşamki mor ve ötesi konserinden önce evde kütüphanende “nerde la benim mor ve ötesi albumum” diye aranırken, 7 albümünün birden olduğu bir CD bulup, delirmektir………..

Cuma, Ekim 16, 2009

koyu yeşil özlemek

mutfağımda bir sarmaşık var. Ben açıkçası hiç sarmaşık insanı değilim. Bir önceki evime taşındığımda o oradaydı; ev sahibi bırakmış… Ne yapayım, bende su verdim ona. O da büyüdü. Sonra sevdik sanırım birbirimizi, o çiçek bile açtı. Ben de bazen içimden merhaba dedim ona, çok laflamasakta…

Şimdiki evime taşınırken sarmaşığımı da aldım getirdim tabiki. Bir ip bulduk. Sonra babam sevgiyle sardı onu bu yeni ipe. Yeni yerini sevmesini bekledik… Önce koyu yeşil o güzel yaprakları bir parça soldu. Üzüldüm… Babam korkma alışır dedi yeni yerine. Hakkaten zamanla, o da benim gibi alıştı bu yeni eve; öyle ki eskisinden bile çok çiçek açtı.

Bazen göz ucuyla ona bakıyorum ve o koyu yeşil yapraklarını seviveriyorum içimden… Bazende ona bakıyorum ve babamı özlüyorum. Bu ip gözükenin aksine sadece burada değilde sanki babamla gönüllerimizi birbirine bağlayan bir ipmiş ve sarmaşık da benim gibi ona tutunuyormuş gibime geliyor…

Salı, Ekim 13, 2009

değişime gebe olanlar usulca ossursun

32 yaşındayım, leman artık yok ama ben halen penguen/uykusuz okuyorum. Giyim tarzım peki? Pek değişen birşey yok gibi; kot üstüne siyah herşeyi güzel bulabiliyorum. Peki ben genç ruhlu muyum? Yoksa gençlik yıllarına sıkışmış bir yetişkin mi? 32 yaşında bir “kadın” olmaktansa halen üniversitedeymiş gibi mi giyiniyorum? Hayatımızda bazen bir sonraki aşamaya geçmemek için ayak dirediğimiz oluyor mu? Giyim tarzımız ve seçimlerimiz bazen bir başkaldırış hatta inkar ritüeli mi? Peki zevklerimiz yolculuk boyunca değişti mi?

reality_6Geçenlerde Tim Gunn’s Guide to Stlye isimli bir reality show izliyorum. Şowun olayı şu: ünlü modacı Tim Gunn (top gunn desek daha yerinde olur ahaha), sıradan insanların gardıroblarını yeniliyor.

Bu seferki sıradan insan 45 yaşında bir kadın. Bu arada harbi rüküş bir kadın. Neyse işte teyzeyi alıp alışverişe çıkartıyorlar… Yaşına uygun kıyafetler denetiyorlar. Ama kadının seçimi değil tabi hiçbiri. O’na kalsa gençlerin reyonuna takılacak :)  Neyse abi, kadın denedikçe gerildi, gerildi ve bir patladı! başladı ağlamaya… bir elbise vardı üzerinde, kötüde değil. Ama aynada kendine bakıp, bakıp “bu ben değilim” diye ağladı!? Neyse kadını aldılar bir psikanaliste götürdüler. Derken olay anlaşıldı; kadın aslında bir anne ve eş olmuş, hatta 45 yaşına gelmiş ama halen 20’li yaşlarına saplantılı bir özlem duymakta… Özetle kadının geçmişine veda etmesi gerektiği ortaya çıktı (ve gardırobundaki o halen giymeye çalıştığı, eski gençlik kıyafetlerine de…).

Sonra işte kadının bu durumu beni düşünmeye sevk etti… Geçmişle görkemli bir vedalaşmaya gerek var mıydı cidden? Hem geçmişi hatırlamakla onun esiri olmak arasında çok fark vardı… peki bizler hangi kulvardaydık?Aslında düşününce biz istesekte-istemesekte değişime gebeyiz… Evet evet yanlış anlamadınız bu durumda ben de hamile oluyorum ekiki:) nerden mi biliyorum? hissediyorum çünkü yawrucak zihnimi tekmeliyor :))) ve bende böyle ne idüğü belirsiz sıkıcı şeyler yazıyorum…

Pazartesi, Ekim 05, 2009

filmekimi (17-25 ekim 2009)

Hiçbir filmekimine bilet bulamayan ben sanırsam bu sene daha umutlu değilim… 5 film seçtim; bir woody allen filmi, bir tane animasyon, bir komedi, bir psikolojik gerilm ve bir de aşk ;) bıyrınss:

1) Kim Kiminle Nerede (Whatever Works) woody allen
Woody Allen’ın barcelona christina falan filandan sonraki yani son filmi… Başrolde Seinfeld’in yaratıcısı Larry David var!!! Ayrıca aldığım duyumlara göre bu film Woody abimizin son 10 yılda çektiği en iyi filmmiş… imdb: 7,7

2) 9 animasyon
Oscar’a aday olmuş 2006 yapımı bir kısa filminden uyarlanmış.Yapımcısı Tim Burton ve bu bir animasyon! daha ne isterim… imdb: 7,2

3) Gel Porno Çevirelim (Humpday) komedi
2009 Sundance Bağımsızlık Jüri ödülünü kazanan bu film, mutlu bir evliliği olan ve çılgın günleri mazide kalan Ben’in, eski kankası Andrew’a (ki bohem bir sanatçı kendisi) rastlamasıyla gelişen olayları konu alıyor. Bu ikisi alkol sınırlarını zorlayınca kendilerini bir partide, amatör porno yarışmasına katılırken bulur... ekiki:::) imdb: 7,1

4) Dönüşüm (Ne te retourne pas) psikolojik gerilim
Ailesi kabul etmesede, evinde ve bedeninde bazı değişiklikler farkeden bir kadının öyküsü… Annesinin evinde bir kadının fotoğrafını görür ve bu kadına dönüştüğünü farkeder. imdb: 6,1

5) Parlak Yıldız (Bright Star) aşk
2009’un en romantik filmiymiş! 1800’lerde İngiltere’de, şair John Kates ile Fanny (can ile fadime gibi oldu kehkeh) arasında geçen bir aşk öyküsünü konu alıyormuş… Yazan ve yöneten Jane Campion (ki bu film onun da en iyi filmi olarak anılıyor) imdb: 8,1

* * *

Daha fazla filmden ben de istemezdim bahsedeyim ama şimcik film seçecem derken okuyup okuyup heveslendiğim, Coen kardeşlerin beklenen filmi “A Serious Man” i göremedim..? imdb: 8,7

Tarantino abimizin hayran olduğu Kore’li dayı (Chan wook-Park) var sonra… hani Old Boy’un yönetmeni! (ne manyak filmdi ya of neyse…) O'nun filmi “Kan Arzusu”, isminden de anlaşılacağı üzre bir vampir filmi. Hafften bunu da merak ettim ama çok değil. Sırf Tarantino ve Old Boy’un hatrına… imdb: 7,7

Aşırı neşelenirseniz bunu bir Haneke filmi ile dengelemek isteyebilirsiniz; Beyaz Bant - ki bu film 2009 Cannes Altın Palmiye ödülü almış imdb: 8,3

Ayrıca 7 yıl süren bir araştırma ve belgelere dayandırılmış, devrimci Ernesto 'Che' Guevara’nın yaşamını anlatan yapımdan da bahsetmeden geçemiyong… saygıyla anıyong…

bu arada festival 8.yaşındaymış… haaydi bakalıım.
image

Cumartesi, Ekim 03, 2009

DMB’li hayaller

Bir yaz akşamı, hava sıcak, gökyüzü açık ve üzerimizde sere serpe uzanmış. Yıldızlarını da atmış üzerinden, bize ödünç vermiş. O yıldızlarda sahnede, alternatif rock, jazz, soul, afrobeat doğaçlama (jam) müzik yapıyor…

Bu geceyi her hayal ettiğimde böyle bir yaz gecesi düşlüyorum… Amerika’dayım, Dave Matthews Band’i evinde ziyaret eder gibi işte bu konsere gelmişim ve çığlık çığlığa eğleniyorum, kendimden geçiyorum, öyle bir dans ediyorum ki sırılsıklam aşka batıyorum. Kiminleyim, üzerimde ne var, kaç yaşındayım, çok mu yaşlandım bunları bilmiyorum. Tek bildiğim çok mutlu olduğum, kendim olduğum, özgür olduğum ve yıldızlara dokunduğum…

dave matthews band - #41(live)

ev partisi seksi midir?

3 kanka bir ev partisine doğru ilerlerken radyodan sızan rock müzik eşliğinde kim bilir ne hayaller peşindeydik. hava yaz mıydı, bahar mıydı, öyle limonata gibi kalmış aklımda… Hem duyduğumuza göre mekanın bir terası ve azcuk boğaz manzarası bile vardı… Kim bilir kimlerle tanışacak, ne hoş sohbetler edecektik…

Bu ruh haliyle mekanın kapısını çaldık, çok cool’uz, neredeyse “Hey” felan diyecez, o raddedeyiz. Kapı açıldı, biz kendimizi türkçe konuşmaya zorlarken anacım ne görelim;  yukarı doğru merdivenler uzanıyor ve basamaklar ayakkabı kaynıyööoor?! Açan arkadaş miirabaaa diyip, ayakkabıları çıkartmamızı söylemesin mi!! Lan nooooluyooo? böyle ev partisi olmaz arkadaş, allah belanızı versin diyip çıkmalıydık ama bir an boşluğumuza geldi işte… çaresiz başladık ayakkabıları çıkartmaya. kepazelik... süt görmüş mısır gibi gevşedik tabi… lan düzgün çorap giyseydik keşke ahaha, delik mi lan şurası, olm bu çorapla hiç şansın yok… vs vs. eheh böyle gerzek esprilerle mekana girince tabi o gece orası iflah olmadı…

Salı, Eylül 29, 2009

Meliha’nın saçları peruk mu?

Öyle samimi bir dizi ki bu Canım Ailem, izlerken aralarına katılmak, bir karakter olup orada yaşamak istiyorum! Evet, delirdim…

Yalnız Meliha’nın saçlarının meçi iyice zıvanadan çıktı :) Bir de öyle bir kabartıp soldan ayırmışlar ki insan elini atıp biraz düzenleyesi geliyor (diyenin saçı kes…). Sonra yer yer peruk mu lan bu saç diye düşünmekten ve saçlarına değil ama Meloş’un yüzüne bakıp bakıp Ezgi’yi özlemekten kendimi alamadım… meee…..

Perşembe, Eylül 24, 2009

aşk bahane gülmek şahane

Bu amerikan filmlerinde ne vakit bir aşk yaşansa, illaaaa arka arkaya fotoğraf çeken şu kabinlere bir girilir, kahkaha saçan o pozlardan verilir. Makinada ne yapsın çaresiz hem o gülücükleri hem de arkası sıra gelen mimikleri bir bir belgeler. Bu amerikanvari aşk cilvelerini izleyen 3.dünya ülkelerinin içini önce tarifsiz bir mutluluk kaplasada, "bu ne lan!?" demeleri çok uzun sürmez. zira bu makinalardan buralarda pek yoktur... Peki biz türkler aşık olunca nasıl şebermekteyiz? kahkahalar atan bu genç aşıklara hangi aktivite eşlik etmektedir..?

Perşembe, Eylül 17, 2009

uyanma

Dün verdiğim kararın bir hükmü kalmamıştı, planladığım gibi 10 dk erken yine kalkamadım. Dün ve ondan önceki gün yaptığım gibi sonuna kadar sömürdüm uyku şekerini, emdim. Saçıma, ne giyeceğime özen gösterememe pahasına emdim... Çalan saati gözüm kapalı erteleyip yastığıma gömüldüm, ölü gibi yeniden uyumaya başladım, biraz daha, tek istediğim bu… tekrar çalan saate inat ben yatağımı sevdim, ayağımı çarşafta gezdirdim, kollarımı açıp gerildim, 10 metre oldu boyum ve sonra tekrar ana rahminde gibi ufacık oldum ve uykuya battım... Çaresiz, ani bir kalkış ile doğruluverdim. Uçar adım banyo, sonrada kıyafetimi giydiğim gibi terkettim mabedimi. Sokakta hızlı adımlarla yürüyorum şimdi… Birazdan -her sabah yaptığım gibi- o vitrinde uzaktan kendime bakacağım…

Çarşamba, Eylül 16, 2009

ossuruklu errör

According to Jim izliyordum geçen gün ve tema ossuruk. Ben tabi böyle güldürüklere bayılan biri olarak allaah! dedim ve kuruldum koltuğa. Tabi izlerken ister istemez zihnimdeki veritabanına indim, “ossuruk” keyword lu bir query çalıştırdım :) anılar patır patır dökülüyor…

İlk bilgisayarımı hatırladım. Her toplama gibi devamlı ama devAmlı mavi ekran hatası alırdık… Kimbilir ne vahşi çakışmalar olurdu içinde. En son kardeşimle ses kaydetme işine sardırmıştık. Şarkılar söyleyip, sonrada aaa ne acayip sesimiz varmış diye şaşırıyorduk… İşte bu seansların birinde lan dedik ossuruğumuzu kaydedelim, dinler dinler güleriz! (zeka yaşımız 3 felan…)

Tabi ilk sorun şu oldu; bu ossuruk işi, geğirik gibi değilki anasını satıyım, öyle kola içip bismillah demeye benzemiyor… namussuzun ne zaman geleceği belli değil (en azından biz henüz o kadar ustalaşmamışız)… Neyse bu kayıt işinin detayına girmicem, sizlerin hayalgücüne bırakıyorum.. ama sonunda tamamladık ve dinle-dinle-gül seanslarını bitirdik. Konu gitti bitti…

Günler sonra ben windows’un default sesleriyle oynarken bunları değiştirebileceğimi keşfettim. Ve bazı hata seslerine bu ossuruğu yerleştirdim haha:) Sistem hata verince zooort diye ötüyor, inanılmaz komik :)) neyse bu 2.tur eğlenmeler de bitti. Konu harbi kapandı…

çoook günler sonra bu mavi ekranların sayısı daha da artınca eve bilgisayarcı bir abi geldi. Neredeyse hiç mouse kullanmadan hıphızlı kullanıyor, anlamadığımız birşeyler yapıyordu… Ve derken hiç ummadığımız bir anda bir hata yaptı. Hazin bir hataaa… Ve tabiki bilgisayar kaçırır mı, anında zoooooOOOooort diye hata verdi! :))))) unutmuşuz lan hay sıç!… ben tabi kıpkırmızı oldum, yazık adam da gülümsedi ama yüzgöz de olmak istemedi sanırım bizimle. neyse herkes hiçbirşey olmamış gibi yaptı… ama adam hata üstüne hata yapmaya başladı, çatlıcaz gülmekten… sonuçta zoorrt zooooort deye bilgisayar tamir oldu, feci komikti! (ben bir ara bi tanede ben mi attırsam dediysemde belli olur diye güvenemedim, yoksa düşünsenize bu playback zortların arasına bi tanede akustik boyle canlı bi performans kattığımı ahahahahaha)

Pazartesi, Eylül 14, 2009

Hepimiz Eröristiz!

cropped-blog-kabaret

Bu seneki Bienal sergisini daha doğrusu Antrepo No.3’ü gezdim; iyiki bir rehberle gezmişim yoksa şimdi size anlatacağım detaylardan mahrum olacaktık…

Erörizm akımı Arjantin’de doğmuş. Adınıda bir yazım (typo) hatasından almış :)

G.Bushtun Arjantin ziyaretini protesto etmek için bir grup insan hazırlık yapmaktaymış... Word'de bir manifesto hazırlamışlar. Esas teroristlerin, kapitalizm ve amerikanın ta kendisi olduğunu anlatan bir döküman… Dosyanın adını terrorist yapacakken hazırlayan mankafa t yi unutmus ve errorist olmus dosyanin adı... adamlar lan demisler, iste! insanız hata yapabiliriz! hata insana dairdir ve hata uzlaşmanın anahtarıdır vs vs diyerek arkasından bir dizi felsefe geliştirmişler. (ilgilenenler bienal kitabından ve standdan bu felsefeyi nasılsa öğrenir…)

Standdaki afişlere dikkatlice baktığınızda istanbul deil istambul yazdıklarını da farkedeceksiniz; buda typo ya bir gönderme... :)

4.madde beni benden almakta :) neyse buyrun aynen paylaşıyorum:

Hepimiz Eröristiz! Errare humanum est!
1. Erörizm "hatanın" gerçekliğin başlıca düzenleyicisi olduğu fikrine dayanan bir kavram ve harekettir.
2. Erörizm felsefi olarak hatalı bir konum, bir inkar ritüeli, örgütlenmemiş bir teşkilattır: Başarısızlık mükemmeliktir, hata ise en uygun hamledir.
3. Erörizmin hareket sahası insanlığın ve dilin ÖZGÜRLEŞMESİ amacına yönelik bütün çalışmaları kapsar.
4. Akıl karışıklığı ve şaşkınlık, kara mizah ve absürtlük eröristlerin en sevdikleri aygıtlardır.
5. Dil sürçmeleri ve başarısız çabalar eröristlerin haz kaynaklarıdır.

Erörist Enternasyonel hareketine katılın!

Cuma, Eylül 04, 2009

çalı

Ne zaman arabayla bir yere gidilse, oraya gitmediğimi hayal ediyorum.

Araba asfaltta ilerliyor. Bense tek bir söz bile söylemeden kapımı açıyor, kendimi aşağı bırakıyorum. Hızla ve top gibi yuvarlanarak yoldan uzaklaşıyorum. Uzaklaşırken dönüşüyorum, çalı oluyorum. Griden dallarım var, tatsız ve tutsuzum. Kendime batıyor dallarım, canımı acıtıyor. Kana bulanıyorum ve hayatımda ilk defa renge rastlıyorum. Anlıyorum ki hayattayım…

Ne zaman arabayla bir yere gidilse, ben arabada sessizce oturuyor, oraya gitmediğimi hayal ediyorum… Konuşacak ağzım yok. Arabayı durduracak halim yok. Tek yapabildiğim hayal etmek…

Pazartesi, Ağustos 24, 2009

Inglourious Basterds

1246384957_inglourious_basterds_ver9 Türkçemize Soysuzlar Çetesi olarak çevrilmiş ve yeni vizyona girmiş Tarantino filmi…

Almanların yahudilere yaptıklarını düşününce, kendilerine “Inglarious Basterds” adını veren bir grup Yahudi-Amerikan askerinin, Fransa’daki Alman askerlerine yaptığı zulmü izlemek, insanı çeşitli duygulara gark ettirmiyor değil doğrusu. Senaryoya bayıldım; yani kanlı bir film çekmek isteyipte ancak böyle bir senaryo ile olayın hakkı verilebilir :) … Tarantino abimiz ayrıca ince ince dalga geçmeyi de ihmal etmemiş… Filmin içindeki film neydi öyle; gözleri yaşartacak cinsten komik. Veee müzikler, inanılmaz derecede güzel oturmuştu sahnelere.

Kılıcın yerini silahlar tutamasa da, başka bir deyişle Kill Bill’e göre daha az kan içersede bence harikaydı… Kafa derisi yüzen yakın çekim sahnelere dikkat etmeli, gayet sınırları zorluyordu!

Inglarious Basterds’ın başında Aldo karakteriyle Brad Pitt vardı. Önce Tarantino filminde ne işi var la bunun dediysemde sonra kendisine ısındım, hatta bence gayet iyi iş çıkartmış.

inglourious_basterds34

Filmin esas kahramanı hiç şüphesiz Nazi Albay Hans Landa rolünde Christoph Waltz’du. Yahudi avcısı bu dedektif, tarzıyla iç gıcıklıyordu…

Ayrıca alışmış olduğumuz Uma ablamız yerine kendisini Lili filminden tanıdığımız Mélanie Laurent de super bir seçim olmuş.

Ben çok sevdim bu filmi; Tarantino sevenlerin dikkatine özenle duyurulur…

Cumartesi, Ağustos 22, 2009

Annie (1982)

annie82 yapımı bu müzikal film, harika bir çocuk filmi. Bir yetim daha ne ister! Kocaman bir evde, onunla yakından ilgilenen hizmetkarlarla, bolluk ve cennet içinde 1 hafta…

Annie adında bu cin bebesi öyle sevimli ki… Kafası, kızıl kıvırcık saçtan oluşan bir top! Yüzündeki o tatlı çilleri, delirten şekerlikteki mimikleri ile insana çocukca bir neşe bulaştırıyor.

Evin sahibi yoksulluktan gelmiş, hep çok çalışmış ve zamanla dahada gaddarlaşmış, yoğun, yalnız yaşayan bir iş adamı. Elbette minik kahramanımız Annie, onun da dengesini bozuyor ve o gaddar adam gevşeyip lolipopa dönüşüyor… 

Yetimhanenin alkolik müdiresi de ayrıca bomba bir karakter :)

You’re never fully dressed without a smile” ve “tomorrow” aklımda kalan müzikler…

* * *

Bu arada Annie ile bizim kuzen arasındaki benzerlik harbi supermiş :::)) buyrun arşivlerimden süzülmüş bir foto; kardeşim ve kuzen dans ediyorlar :) kihkih… aslında saçlarını öyle toplamamış olsaydı, o da kıvırcık ve kızıldan top bir kafaydı… ah ne tatlı çocuktu!!

DSC07482

tatildeyken bir an

Gece, gündüzü teslim almıştı. Ay ışığı, denizin üstünde parlak gümüşten dans ediyor, ona limonata serinliğinde bir esinti eşlik ediyordu. Deniz ayaklarının dibinde sonsuza uzanıyordu. O enfes anın içinde kardeşiyle birlikte oturuyor, uzun zamandır ona yakın olmaya duyduğu özlem ve kavuşmayla dolup taşıyordu. O gece konyaaltı plajından havaya kardeş türküler yayılıyor, anlayabilenleri hayata ve kardeşliğe buyur ediyordu...

Pazar, Ağustos 02, 2009

Uzaktan kumandalı olmalı perdeler…

80’lerde miyiz ayol? Çok banal bence halen gündüzleri perdeleri açıp, geceleri kapatmakla uğraşmamız...

Hayır daha önce ataşehirde yaşarken bu perde rutinimde hiç yoktu, ne kapatıyordum, ne açıyordum. şimdiyse bir perdedir gidiyor… bazı evlerin ne çok camı olabiliyor!

perde dediğin manuel değil otomatik olmalı, uzaktan kumandalı olmalı, sesime duyarlı olmalı. hatta ses tonumdan ne kadar açılacağını anlamalı! evim olsun, vallahi uzaktan kumandalı perdem olacak. ahanda buraya yazıyorum.

Not: Birde her istediğimde su getirecek veya efendim işte meyve soyup getirecek, pazar günleri ekmek-gaste alacak bir robot istiyorum. yalnız çok sessiz çalışmalı bu robot. öyle gıygıygıy ses yaparsa bozuşuruz…

Cumartesi, Ağustos 01, 2009

Türk sineması atakta

32 yeni filmin vizyona girmesi bekleniyor; bazılarını önceden okumuştum. Ancak hepsi alt alta gelince güzel bir liste oluşmuş bence... Detaylar severek takip ettiğim Sineofrenik te…

Benim ilgimi çeken filmler ise şöyle;

25.09.2009
11′E 10 KALA
Pelin Esmer
Oyun adlı belgeseli ile tanınan Pelin Esmer ilk kurmaca filminde amcası Mithat Esmer’in hikâyesinden esinleniyor. Bir koleksiyoncu ile onun kapıcısının yaşadıklarından dar alanda etkili bir Türkiye panoraması sunuyor. Esmer ile Nejat İşler başrolde.

16.10.2009
KÖPRÜDEKİLER
Aslı Özge
İstanbul ve Adana film festivallerinde En İyi Film seçilerek dikkat çeken Köprüdekiler seyyar çiçek satıcısı, dolmuş şoförü ve bir polisin hikâyesini belgeselvari bir anlatımla aktarıp, hayatta ‘altta’ kalan insanların yaşadıklarına ortak ediyor seyirciyi.

23.10.2009
İKİ DİL BİR BAVUL
Orhan Eskiköy/ Özgür Doğan
Orhan Eskiköy ile Özgür Doğan’ın çektiği İki Dil Bir Bavul yılın sürprizlerinden. Adana’da Yılmaz Güney Özel Ödülü kazanan belgeselde bir Kürt köyüne atanan sınıf öğretmeninin Kürt çocuklara Türkçe öğretme serüveni anlatılıyor.

6.11.2009
KISKANMAK
Zeki Demirkubuz

Zeki Demirkubuz, Nahid Sırrı Örik’in aynı adlı romanını sinemaya uyarlayıp güzelliği ‘çirkin’ bir kadının gözüyle sorguluyor. Serhat Tutumluer, Berrak Tüzünataç, Nergis Öztürk’ün rol aldığı filmin sezonun en merak edilen yapımlarından biri olduğunu belirtelim.

27.11.2009
NEŞELİ HAYAT
Yılmaz Erdoğan
Yılmaz Erdoğan, hayatını promosyon kuklası olarak kazanan Rıza’nın trajikomik hikâyesini anlattığı Neşeli Hayat ile seyirci karşısına çıkacak. Erdal Tosun, Sinan Bengier, Ayberk Atilla, Büşra Pekin, Ersin Korkut’un rol aldığı filmin başrolünde Erdoğan var.

Kasım
BORNOVA BORNOVA
İnan Temelkuran

Made in Europe filmiyle dikkat çeken İnan Temelkuran, yeni filminde memleketi İzmir’i mesken tutuyor. Yine bol diyaloglu ve karakterli ‘geveze’ bir film çeken yönetmen, işsizlik, mesleksizlik ve onun yarattığı ruh haliyle ilgili film yaptığını söylüyor.

Belli değil
PUS
Tayfun Pirselioğlu

Tayfun Pirselimoğlu, bol ödüllü Rıza’dan sonra çektiği Pus’ta kamerasını İstanbul’un ‘tekinsiz’ semtlerinden Altınşehir’e çeviriyor ve işçilerin üzerinden yaşamın en sert yüzünü anlatıyor. Başrolde Ruhi Sarı, Mehmet Avcı ve Nurcan Ülger var.

Belli değil
SOUL KITCHEN
Fatih Akın

Türk sevgilisi Almanya’dan Şangay’a taşınan ve işlettiği Soul Kitchen adlı restoranda işleri pek yolunda gitmeyen Zinos’un, hayatını düzene sokmak için verdiği mücadele… Moritz Bleibtreu, Adam Bousdoukos, Birol Ünel başrolde.

Belli değil
KARA KÖPEKLER HAVLARKEN
Mehmet Bahadır

Er Mehmet Bahadır Er, ilk uzun metraj filminde iki varoş delikanlısı Selim ve Çaça’nın şehrin kanunsuzları arasından sıyrılarak yaptıkları sınıf atlama mücadelesini anlatıyor. Filmde Cemal Toktaş, Volga Sorgu ile Erkan Can rol alıyor.

Belli değil
HAYATIN TUZU
Murat Düzgünoğlu

Murat Düzgünoğlu’nun festival gediklisi filminde Levent Ülgen, Güzin Çorağan, Görkem Kanbolat, Şener Kökkaya, Erol Demiröz rol alıyor. Bitlis’te tekdüze yaşamlarını renklendirmeye çalışan bir ailenin yaşadıkları anlatılıyor.

Belli değil
D
Metin Yeğin

Yazar, gezgin Metin Yeğin, filminde 1988′de siyasi mahkûmların büyük olay yaratan Metris Cezaevi firarının öyküsünü anlatacak. Selim Akgül, Mustafa Diyar Demirsoy, Nebil Sayın ve Turgay Tanülkü’nün rol aldığı filmin çekimleri İstanbul’da yapıldı.

Not: Film detayları Sieofrenik’ten alıntıdır.

Cuma, Temmuz 31, 2009

Malatya Malatya Bulunmaz Eşin

Yakınlarda iş için Malatya’ya gittik. Nerden başlasam anlatmaya bilmemki…

Öğle yemeğini oto sanayinin ortasında bir kasapta yedik. Anacım o nasıl pirzola! O nasıl lezzet! Hele acılı bir ayran yapmışlarki aklım çıktı; ben nasıl düşünemedim bunca zaman hiç anlayamıyorum.

Süs biberini ekleyip bir gün bekletiyorlar ayranı. Oluyor sana acılı ayran. Böyle buz gibi ayrandan bir yudum alıyorsun, tam ohh diyeceksin, o enfes acı tat kafanı karıştırıyor; serinlesem mi yansam mı karar veremiyorsun… Enfes bir buluş!

Ayrıca köye gitme şansım oldu! Köylerin isimleri de insanları gibi samimi. Misal Güzelyurt diye bir köy var; harbiden çok güzel. Yeşilköy var sonra; yemyeşil… Hekimhan dolayları çok güzel…

kayisi02Direkt ağaçdan meyve yemeyeli çok zaman olmuş...  Her ağaçtan bir kayısı koparıp, yiye yiye gezdik tüm bahçeleri. Sadece kayısı değil, vişne, yeşil erik, kırmızı erik, meyve ağaçları, üzüm dolu asmalar, ezan gülü, kuzu kulağı, semizotu, roka bu lezzet bahçesinden aklımda kalan diğer öğeler…

Bazı dallar, kayısıları  taşıyamayıp kırılmıştı; meğer bu sene mahsul çok iyimiş.

Sonra “pırtlatma” diye bir olgu varmış onu öğrendim!
:) şimcik efendim, bu kayısılar ağaçlardan toplanıp, güneşte kurumaya bırakılıyor. ardındanda el emeği pırtlatma seansı başlıyor; yani kayısının çekirdekleri pırt diye çıkartılıyor.

Yörenin insanları da öyle güzel ve misafirperver ki… Gözlerinden dostluk kıvılcımları şakıyor; önce gözleriyle ve sevgiyle hoşgeldin ediyorlar sizi. İnsana iyi biri olmanın ne kadar kolay olduğunu hatırlatıyor...


s1 bu yazıyı yazarken ağaca tırmanmadan büyüyen şehirli çocuklar için üzülüyor ve
Redd’den plastik çiçekler ve böcek dinliyor…

Perşembe, Temmuz 30, 2009

panda enfes dondurma

panda panda dondurmaları, 80’lerde perakende pazarına yeni yeni yayılırken, babam eve bir panda buzdolabı getirdi! bildiğiniz içi full; yarı çikolata, yarı vanilya stick dondurma dolu!

herhal bu dağıtımcı amca babamın yakın arkadaşıydı… çünkü market, bakkal işletmiyorduk sonuçta. Dolap, ben, kardeşim ve kuzenlerin akan salyaları ve alkışları eşliğinde bizim yazlık evin salonundaki yerini aldı. canım babam!

sabah gözümüzü açıyoruz aklımızda sadece dolaptaki dondurmalar var. yatarken zaten ağzımız, yüzümüz çikolata içinde desem yeridir…

denize giderken, denizden döner dönmez, duştan sonra, basketten önce, basketten sonra, yemekten önce, yemekten sonra –diyebilirimki her an dondurma yemeye başladık… 

vanilyalı mı, çikolatalı mı? tek vermemiz gereken karar bu…

tabi çocuklara emanet edilen bu dondurmalar, bütün gün çalışan anne-baba denklemi ile kısa sürede tükendi.. öyle hızla tükenince tabi babam kızdı ve tekrar sipariş vermedi. abi nasıl moralimiz bozuk belli değil…

o civelek mutluluğumuzun yerini hüzün aldı. omuzlarımız çöktü. ne yaparsak yapalım hep birşey eksik… aşk acısı çekiyoruz sanki. çok özlüyoruz onunla geçen günlerimizi….

babo sipariş vermeyince annem bildiğiniz dolaba yerleşti. önce karpuz, derken kavun, derken etler felanlar filanlar, kolalar.. offf.. biz hüzünden gebericez.. kedi gibi etrafında dolanıyoruz, arada gelip içine bakıyoruz.. sanki baka baka dondurma çıkacak içinden.. mallığa bak.

bayaa bir zaman aldıysada üstümüzden attık bu hüznü. hayat normale döndü ve artık eski bir sevgiliye rastlar gibi tedirgin, görmezden gelerek, yanından hızlıca geçmeye başladık dolabın… 

derken bu dağıtımcı amca “ömer kuzum, sipariş vermeniz gerek, olmuyor ama…” demiş. demiş ama babam kararlı tabi vermedi siparişi... sonra amca bir anda seviyesini bozup “ver lan sipariş!” demiş.. babamda “vermiyom lan yürü git! alırım seni ayağımın altına” demiş. bu hazin olaydan sonra bıyıklı ve uzaylı amcalar gelip, dolabımızı alıp götürdüler.. “bari içindeki etlerimizi bize geri verin” dediysekte, dilimizi anlamadıklarını söylediler. bizde “madem bilmiyordunuz da bunu nasıl anladınız eşşoleşşekler” dedik… yo, yo aynen böyle oldu… küçüktüm ama hatırlıyorum böyle oldu… kihkih :)

napalım.. yaşanmış ve bitmişti.
bizde ağıt yakar gibi kuzenlerle defalarca panda şarkısını söyledik ve bir dolap dolusu panda dondurmamızın olduğu o cennet günlerimizi düşledik…….

hem küçüklere
hem büyüklere
işte nefis dondurma
panda panda panda
haydi sen de al durma
pandaaa
çikolata kaymak
burada burada
pandaaa
çilekli muzlu
bana da bana da
evde kırda plajda
sağlıklı ambalajda
panda panda panda
panda enfes dondurma

Cuma, Temmuz 24, 2009

Kutsal MFÖ

Bu yazıya konsantre olabilmek için Deep Purple bulutlarının biraz dağılması gerekmekteydi; zira derin bir sarhoşluk içerisindeydim...

MFÖ, her zamanki gibi müzikleri, samimiyeti ve sempatikliğiyle tüm seyirciyi sarıp sarmaladı. Biz de o dehşet sıcağa rağmen, dehşet danslar edip eridik ve toprağa, ordanda boğaza karıştık...

Mazhar, konserin başında seyirciyi şarkı söylemek konusunda çok yüreklendirdi; "en detone şarkı söyleyenler aslında en içten söyleyenlerdir, haydi en detonesinden bize eşlik edin!" gibi birşeyler söyledi, çok tatlıydı... :)

Peki ya Özkan Uğur! Allahım bu adama tüm konser boyunca hasta oldum! Çünkü sahnede nasıl gözüktüğünü önemsemek yerine, içinden hangi figür geliyorsa onu yapmakla ve coşmakla meşguldü. Anın içinde öyle davetkar eğleniyordu ki siz de elinizde olmadan ve nasıl gözükeceğinizi bilemeden çılgınca dans etmeye başlıyordunuz…

Lafı çok uzatmadan kutsal MFÖ'nün 90'larda çıkartmış olduğu "Geldiler" albumunden bir şarkıyla sizlere mecburen veda eder, müzik ve dans dolu günler dilerim... esen kalın! kıh-kıh;)

Related Posts with Thumbnails

en çok okunan top10 şaheser